Mudurnu’nun yorgun evleri Göynük’ün pırlanta gölleri
Güneşli bir nisan günü otomobilimin direksiyonunu Bolu’ya doğru kırdım. Mudurnu ve Göynük’ün ahşap köşklerine, geçmişi yaşatan sokaklarına, yemyeşil tepelerine, küçük göllerine hayran kaldım. İstanbul’un yanı başındaki bu güzellikleri ihmal ettiğimizi bir kez daha fark ettim.
Mudurnu’ya Adapazarı-Akyazı veya Bolu-Seben üzerinden gitmek mümkündü. Diğer bir yol da Abant’ı sarmalayan tepelerden geçiyordu. Ben üçüncüsünü seçtim. Çünkü bu yolun baharda bir tabloyu andırdığını biliyordum. Abant’ı geçip, gölü çevreleyen dağa tırmandım. Oradan, yemyeşil vadiye doğru kıvrıla kıvrıla inen yolu izleyip, Mudurnu’ya ulaştım. Bolu’ya bağlı bu şirin ilçenin tarihi eskilere dayanıyordu. Geçmişte burada hüküm sürenler şöyle sıralanıyordu: Bitinya Devleti, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar.
Bazı kaynaklara göre Mudurnu adını, tekfurun kızı Matrani’den almıştı. İlçeye girişin pek özelliği yoktu. Hatta, “niye geldim” dedirtecek kadar cazibeden yoksundu. Ama inatla yola devam edip, kasabanın içlerine girdiğimde asıl Mudurnu karşıma çıktı. Çay kenarına sıralanmış, beyaz sıvalı, iki veya üç katlı, çok odalı evler, geniş aile yapısı ve Osmanlı yerleşme kültürünü gözler önüne seriyordu.
Kireç harçlı veya kıtık çamurlu Bağdadi sıvayla sıvanmış bu evlerin damını, kırmızı kiremitli çatılar örtüyordu. Çatı arasında, önünde ufacık balkonlu bir oda bulunuyordu. Bir zamanlar, yeni evlenmiş genç çiftlere verilen bu odalar, geniş aile yapısının bozulmasından sonra kullanılmaz hale gelmişti. Şimdilerde sararmış fotoğrafların, çocukluk anısı oyuncakların, atılmaya kıyılamayan eşyaların saklandığı sandık odalarına dönüşmüştü. Geçmişin tozlandığı bu çatı odalarına bakıp özendim. Yıllardan beri küllendirmeye terk ettiğim, “çatı katında yaşama” hayalim, Mudurnu evlerini görünce yeniden alevlendi.
GEÇİM DERDİ
Osmanlı donanmasındaki gemilerin Mudurnu ormanlarından gönderilen keresteyle yapıldığını övünerek anlatmayı seven Mudurnulular, kahvelere doluşmuş, güneşin tadını çıkarıyordu. Bir kahveye oturdum. Yan masadan, Mudurnu’nun ünlü Saray Helvası’nı ikram ettiler. Yaşlıca bir kasabalı, “Bilir misin bey, Mudurnulunun mezarı olmaz derler. Evvelden yaptığımız bıçağı, nalı, çiviyi, çakıyı satmak için köy köy dolaşır, ayda bir evimize gelirdik.
Bir çoğumuz yollarda telef olurdu. Oralarda gömülürdü.”
Kahvede ağzımı tatlandırdıktan sonra yine sokaklara daldım. Çiçek açmış meyve ağaçlarının sarmaladığı evler, yılların yorgunluğunu yansıtıyordu. Kiminin sıvası dökülmüş, alttan çatkı tahtaları çıkmıştı. Kiminin balkonu çökmek üzereydi. Süslü saçaklar yer yer kırılmıştı. Yapıldığı günden beri hiç onarım görmedikleri bir bakışta belli oluyordu. Dar sokaklarda dolaştıkça, kendimi zaman tünelinden bir Osmanlı kasabasına düşmüş gibi hissediyordum.
ESKİ EVLER NE OLACAK?
Yürürken bir çocuk ordusu bana eşlik ediyordu. Evleri, sokakları anlatıyorlardı. Her ev için farklı bir öyküleri vardı. Ama gizli geçitler, gizli mahzenler hemen hemen her öyküde yer alıyordu. Eski evlerin yanı sıra onarılmış konaklar, geçmişteki yaşam hakkında ipuçları veriyordu.
Bir ağacın dibinde oturanlara selam verip bankın bir kenarına iliştim. “Evleriniz ne kadar güzel” deyince, bir yaraya parmak bastığımı fark ettim. Kasaba sakinleri, koruma kapsamına alınan evlere, tamir için bir çivi bile çakamadıklarından yakınıyordu.
Aynı şikâyete Cumalıkızık, eski Bergama, Tirilye, Tire, Şirince’de de şahit olmuştum. Peki kim haklıydı? Eğer evler koruma altına alınmasaydı, yok olup gidecek, yerlerine çirkin, beton apartmanlar dikilecek, geçmişe dair ipuçları silinecekti. Koruma altına almak sorunu çözüyor muydu?.. Bu soruya olumlu yanıt veremiyordum. Saydığım tüm bu kasabalarda yaşayanların, evlerini restore edecek paraları yoktu ve hiçbir zaman da olmayacaktı. Ne yerel ne de merkezi yönetim buna bir çözüm getiriyordu. Yani sahiplerine karşı korunmaya alınan bu evler, doğanın yıkımına terk edilmişti. Özetle, her iki halde de bu yok olma kaçınılmazdı. Bu yok oluşun önüne geçmek için özel projeler üretmek gerekiyordu.
Mutlaka görülmesi gereken Mudurnu’dan ayrıldığımda güneş, yorgun evlerin yıkık duvarları üstünde gölge oyunları oynuyordu.
VADİDEKİ TABLO
Çıldırmış bir doğanın ortasında Göynük’e doğru gidiyordum. Göz alabildiğine vahşi yeşil otlar, düzlükleri mora boyayan küçük çiçekler, derelerin kıyısında özgürce büyümüş bitkiler... Hava, ot, çiçek, toprak karışımı hoş bir kokuyla kaplıydı ve böceklerle kuşlar hiç susmuyordu.
Direksiyonun başında, CD çalarımdan yükselen müziğe dalmış sorular üretiyordum: Kuşlar acaba çiçeklere mi sesleniyordu? Yoksa ağaçlara mı bir şeyler söylüyordu? Belki de derelerin mırıltısını yansıtıyorlardı. Yağmur, ağacın yaprağına düştüğünde ona ne diyordu? Meltem, tarlalardaki çiçekleri okşarken ne söylüyordu?
Doğayı bir çerçevenin içinden seyrediyor gibiydim. Nedense tüm çirkinlikleri, bu çerçevenin dışında bırakıyordum. O görünmeyen dikdörtgenin içine yerleştirdiklerim hep güzel şeylerdi.
Ankara ile İstanbul’un kuş uçuşu tam ortasındaki Göynük’ü, ilk olarak bir tepeden gördüm. Vadinin tabanında akan ince bir dere, derenin iki yanında ve yamaçlarda çoğu onarılmış, Bağdadi sıvalı eski Türk evleri, zirvede yenilenmiş bir saat kulesi, ağaçlar, çiçekler... Bulunduğum yerden, Göynük’ün resmini seyrediyormuş gibi oldum. Tablodaki her şey, dengeli, yerli yerindeydi. Abartılı renk yoktu. Bahar güneşi, yumuşak ışıklarıyla resme bir başka güzellik katmıştı.
DİYAR-I AKŞEMSEDDİN
İlçeye, “Diyar-ı Akşemseddin’e hoş geldiniz” yazılı bir takın altından geçerek girdim. Girer girmez de Fatih’in hocası Akşemseddin’in, Göynük için ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu fark ettim. Göynük’te oturan ünlü âlim, Fatih Sultan Mehmet’in daveti üzerine İstanbul kuşatmasına katılmış, fetihten sonra tekrar ilçeye dönmüştü. Fatih, 1459’da ölen hocası için, Göynük’ün ortasında, kefeki taşından altıgen planlı bir türbe yaptırmıştı. Şimdi, hemen yanı başındaki Gazi Süleyman Paşa Camii’nden çıkan cemaat, türbeye gelip, bir de Akşemseddin için dua ediyordu.
Göynük’ün tarihte epey ziyaretçisi olmuştu: Frig, Lidya, Bitinya, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlılar. Çevrede eserlerini görmek mümkündü. Bugünün Göynük’ünde, dar ve yokuşlu sokakları tırmanırken gördüğüm evlere hayran olmamak elde değildi. Yaşları 150’yi bulan, kırmızı kiremitli evler, Mudurnu’dakilerden bakımlıydı. Giriş katlarında depo ve kiler, ara katlarında hizmetçi odaları, mutfak ve fırın, günlük yaşama ayrılmış diğer katlarda da çeşitli işlevler gören odaların bulunduğu bu evler, Türk aile yaşamının tüm ipuçlarını yansıtıyordu. Pencerelerdeki kafesler ve öne çıkmış cumbalar, çatılardaki alınlıklar görünüme ayrı bir sıcaklık ve zarafet katıyordu.
Şimdilerde adına saat kulesi denen, ama asıl adı “Zafer Kulesi” olan ahşap yapı, tüm Göynük’e tepeden bakıyordu. Bu kule, 1922’de Sakarya zaferinin anısına Kaymakam Hurşit Bey tarafından yaptırılmıştı.
TÜRBELER VE GÖLLER
Göynük’ün bir diğer adı da “Türbe Diyarı”ydı. Akşemseddin Türbesi’nin yanı sıra Hacı Bayram Veli’nin müridi Bıçakçı Ömer Dede’nin, Karaca Ahmet Sultan’ın, Tabakçı Dede’nin türbeleri ile Çiftlik türbesi ilçeye boşuna bu adın verilmediğinin kanıtlarıydı.
İlçeye, “Göller Diyarı” diyenler de vardı. Gerçekten de çevresine, birbirinden güzel göller sıralanmıştı: Çayköy, Sünnet, Çubuk... Örneğin, heyelanla oluşan Sünnet Gölü’ne daha çok vakit ayıramadığım için içim içimi yedi. Gölün kıyısında çok güzel bir konaklama tesisi vardı. Restoranındaki mönüyü görünce şaşırıp kaldım. Yöre yemekleri yapıyorlardı. Buna çok az yerde rastlıyordum.
Önden kızılcıklı tarhana çorbası (mevsimi olmamasına rağmen) söyledim. Ardından Keş (kurutulmuş yoğurt) ve ceviz soslu mantı yedim. Bir bakır tabakta gelen süzme yoğurdun tadına doyamadım. Yemekten sonra gölün etrafında, kuş seslerinin eşliğinde uzun uzun yürüdüm. Etraftaki doğayı seyrederek gözlerimi kent pisliklerinden arındırdım.
En kısa zamanda, Göynük’e ve Sünnet Gölü’ne bir daha gitmek niyetindeyim. Yanıma kitaplarımı alıp, yeşilliklerin arasında kaybolma planları yapıyorum...
İSTANBUL’DAN 132 LEZZET ADRESİ
Türkiye’nin önde gelen restoranlarını Lezzet Durakları adı altında rehber kitaba dönüştüren yazarımız Mehmet Yaşin bu kez sadece İstanbul üzerine bir rehber hazırladı. Doğan Kitap’tan yayımlanan İstanbul Lezzetleri’nde çorbacılar, köfteciler, kebapçı ve et lokantaları, balık lokantaları, hamur işleri, tatlıcı ve pastaneler, meyhaneler, Türk mutfağı, esnaf lokantaları, dünya mutfağı, etnik lokantalar, lüks lokantalar başlıkları altında 132 lezzet mekânı hakkında detaylı bilgi veriliyor.