(Marka olmayı) Düşünüyorum o halde varım
Hiç düşünmüş müydünüz? Doktorlar neden Hipokrat yemini ederler? Tarihte başka tıp bilgini olmadığı için mi? Peki neden Hipokrat? Neden Imhotep değil? Imhotep de benzer şeyleri bulmuş bir bilgin. Üstelik Hipokrat’tan çok daha önce. İki kişi... Biri tıp dünyasına referans marka olmuş. Diğerini ise belki de ilk defa duydunuz. Aynı konumdaki bu iki kişinin arasında çok ince bir çizgi var gerçekte. Bir gün bir konuda marka olmayı hayal edenler! Aradaki bu fark, aslında sizin hayat hikayeniz...
Bireysel markalaşma konusuna girdiğimiz ilk yazı için bana gönderdiğiniz e-mektupları okudum ve de büyük bir keyifle yanıtladım. Mesajlarınız teşekkür, yorum, rica veya anlamsız cümleler kurma özgürlüğünüzü kullanma içerikliydiJ Bu kısa sohbetlerde sizinle ilgili bazı gözlemler yapma olanağı buldum. En önemlisi herkesin kendini yaptığı işte farklı bir imza haline getirmekte inanılmaz istekli olduğunu gördüm. Bakın işte bu müthiş bir şey. “buRAk yazını tuvaletimin kapısına astım, hergün en az bir kere okuyacağım” dedirten bu enerji, doğru kullanılırsa insanı dünya markası yapmaya bile yeter. Bundan eminim.
Bu hafta, marka hazinesini bulmak için başladığımız kazılara devam edeceğiz. Kulaklarımıza hiç çıkarmamak üzere altı adet küpe takacağız.
“Neden Hipokrat da Imhotep değil...”den devam ediyoruz. Gerçekten de insan sağlığı üzerine çok ciddi çalışmalar yapmış ve kritik bilgilere ulaşmış Imhoteb. Oturmuş bunları duvarlara yazmış. Modern tıbbın kurucusu ünvanını ise ondan yaklaşık 2000 yıl sonra yaşayan Hipokrat elde etmiş. Nedenine gelince... Imhotep’in yazdıklarını okuyamamış insanlar! Yazısını sökmek, çok yakın zamanlarda mümkün olabilmiş. Denildiğine göre bir köşeye yazılarının alfabesini de not etseymiş, bugün doktorlar Hipokrat yemini değil İmhotep yemini edebilirlermiş.
Küpe no: 1
Yapmak yetmez!
Hepimizde, enerjimizin tümünü “yapmaya” ayırmak gibi bir eğilim vardır. Buna “İmhotep eğilimi” diyelim dilerseniz... Benim gözlemlerime göre bu durum, bir iş başarıyla bittiğinde kavuştuğumuz rahatlamanın bize “iş bitti ama ben de bittim” dedirtmesiyle oluşan bir halüsinasyondur. Bu halüsinasyon, bizim finale kadar gözümüzün önünde akıp giden film karelerine diğer insanların da bizim kadar şahit olduklarına inandırır bizi. Oysa, bu yanlıştır.
İmzalanmayan işler, anonim olarak anılmaya mahkumdur. Sizce ressamlar resimlerinin bir köşesine neden imza atarlar? Öylesine mi? Yerinizde olsam bu konudaki bakış açımı değiştirirdim. Çünkü, bir ressamın en önemli çizimi aslında imzasıdır. Tablo sadece bir araçtır! Aslolan imzadır. Resim, o imzaya değer katmak için çizilir. Dünyanın en dalgın ressamı bile resmine adını vermeyi unutmaz.
Size önerim, hayatınız boyunca imza atmayı unuttuğunuz ya da “Ay vaktim yok. Sergiye geç kaldım” diyerek isimsiz olarak insanlığa sunduğunuz tabloları şöyle bir düşünürdüm. Ve bu yüzden kazanamadığım şeylerin envanterini çıkarırdım.
Küpe no: 2
Anlatılmayan başarı, başarı değildir.
Markalaşma konusunda anlattıklarımın ve anlatacaklarımın (aklıma gelen) tek istisnası ajanlardır. Milli İstihbarat Teşkilatımız MİT’i ele alalım. Kimbilir bizim bilmediğimiz ne kadar başarılı işler yapılıyordur bu kurum çatısı altında. İletişimi yapılmadığı için biz bunları asla bilemeyiz. Çünkü, bu işin doğası, gizliliği bir başarı kriteri olarak tanımlamıştır. Faal bir ajanın, yaptığı işte marka olması onun sonu olabilir. Bu gibi istisnaların dışında, küpemizde yazdığı gibi anlatılmayan başarı, başarı değildir.
İletişimci özelliğimiz, markalaşma yolunda bizim en önemli enstrümanlarımızdan bir tanesidir. İletişimden kastettiğim şeyin de ağzımızın iyi lâf yapması olmadığını belirtmek isterim. Kasıt, her koşulda doğruları ifade edebilmenin bir yolunu bulabilmektir. Dilsiz biri çok başarılı bir iletişimci olabilir örneğin.
Şu gerçeği kabul etmeliyiz. Biz Türkler, iletişim engellerimizle birlikte doğarız. Biz kendimizi ne ailemize, ne toplumumuza ne de dünyaya doğru bir biçimde ifade edemeyiz. Yeryüzünün en çok yanlış anlaşılan insanları, su küçüğün söz büyüğündür! ülkesinde yaşar. Bizi kimse anlamaz. Bizim sözlerimiz hep “yanlış anlaşılır”. Biz asla “yanlış anlatmayız”. Biz süperizdir ama hernedense onlar “yanlış anlar”. Bana göre bu Allah vergisi bir eksikliktir ve neredeyse genlerimize işlemiştir.
Bu gerçek, bizim hem en büyük engelimiz hem de en büyük şansımızdır. Çünkü marka olmak, dolmamış boşlukları görmek ve onları afiyetle doldurmaktır. Zaten insanoğlunun karakteri de kendini zorluklarda aşmak üzerine programlanmıştır. Durduk yerde kimse oturup radyoyu, uçağı icad etmemiştir. Devrim sayılabilecek buluşları yapan mucidlerin çoğu, poposunu kaldırmak için bir savaşın çıkmasını beklemiştir! (Orduların sponsor özelliği de burada etkilidir) Kendi savaşımızda da, bir yanda özgün ve başarılı işler yapabilirsek diğer yanda da iletişimi bireysel bir rekabet avantajımız haline getirebilirsek bulunduğumuz ortamın tüm güzellikleri emrimize amadedir. Büyük pastayı az sayıda insanla paylaşabilme şansını buluruz. Eğer, meydan okumaz, kendimizi sürüden ayıramazsak o zaman bizim kaderimiz, daha küçük bir pastayı çok sayıda insanla paylaşmaktır. Hangi pastanın başına oturacağımız ise tamamen bizim kendi seçimimizdir. Unutmayın ki, Türkiye ortamında derdini iyi anlatabilenler, hayat yarışında her zaman bir adım öndedir.
Burada yapmamız gereken geleneksel başarı tanımımızın sınırlarını biraz genişletmektir.
“Ben süper işler yapıyorum ama kimse bilmiyor” cümlesini çok duyarız. Genelde de hak veririz. Hattâ aklımıza ülkemizin seçkin minibüslerinin arkasında yazılı “Adaletin bu mu dünya?” lafı da gelebilir. Ancak, “Adaletin bu mu dünya?” mottosu bizi sadece minibüs şöförü yapar! Marka yapmaz.
Bir otomobil firması düşünün. Bu firma, harika ve yeni bir otomobil modeli geliştirmiş. Otomobil şahaneymiş ama bu otomobilin lansmanını doğru düzgün yapamamışlar. Onun müthiş özelliklerini tüketicilere anlatamamışlar. Bu otomobil iyi bir satış grafiği yakalayabilir mi sizce? O firmanın CEO’su çıkıp “Çok satılmamış olması problem değil. Biz bu işte çok başarılı olduk” diyebilir mi? Diyemez çünkü, başarılı bir ürün yaratmak kadar o ürünü insanlara iyi anlatmak da başarının bir parçasıdır. Aynı CEO’nun TV’lere çıkıp insanlara “İnanamıyorum size. Ay falan oldum. Siz otomobilden ne anlarsınız!” demesi ne kadar anlamsız bir çıkışsa, anlaşılamadığımız durumlarda “Siz yaratıcılıktan ne anlarsınız!” dememiz de aynı derecede anlamsızdır. Çünkü, günümüz dünyasının adaleti budur. Aslına bakarsanız, İmhotep’e baktığımızda gördüğümüz gibi bu tarih boyunca da hep böyle olmuştur. Bu duruma isyan etmenin, lehinize mi yoksa aleyhinize mi bir tavır olduğuna ise üçüncü küpeyi taktıktan sonra kendiniz karar vermelisiniz.
Küpe no:3
İsyan yönetimi
Avucumuza konmuş ateşten bir toptur “isyan”. Deyim yerindeyse insanı vezir de eder rezil de. Aslına bakarsanız sanatın da terörizmin de kökeninde aynı ateşten top vardır: Başkaldırı. Sanatçının farkı, isyanını bireysel üretiminde bir hammadde haline getirebilmesidir. Terörist ise bunu yok etmenin mazereti olarak kullanır. Bu sürecin sonunda kendisini de yok eder. Unutmayın ki bir kundakçının rüyası, bütün dünyayı yakmaktır!
Marka haline gelebilmek için “isyan” önemli bir çıkış noktasıdır. Boşlukları görmek dedik hatırlarsınız. İşte bu boşluklardır bizi birşeylere isyan etme noktasına getiren. Eğer bu derdi, “enerji”ye dönüştürebilirsek biz de kazanırız bulunduğunuz ortam da. Dünyanın önde gelen kahramanlarından Mustafa Kemal Atatürk, neden bugünün İsviçresi gibi bir refah ortamında değil de sıkıntılarla dolu bir ortamda ortaya çıkmıştır? Bunun analizini iyi yapmak gerekir.
Daha gündelik bir örneğe bakalım dilerseniz. Siz bir sekretersiniz. Ve de bugün sekreterlik insanların gözünde çok prestijli bir görev değil. Bu durum, hayattan yüksek beklentileri olan biri için bir isyan sebebidir. Şimdi bir sekreter olarak önünüzde iki yol var. Biri “depresyonist” bir sekreter olmak. Diğeri ise ürettiği değerle “Türkiye’de sekreter algısını değiştiren insan heykeli”nin altına adını yazmaya aday olmaktır. Tercih tamamen sizindir.
Küpe no:4
Marka olmak, patron olmak değildir.
Markalaşmakla size vadedilen şey asla dikeybir hareket değil. Yatay bir ilerlemedir. Bu gerçekle barışmak sizin yararınızadır. Siz barıştıktan sonra bir takım terfiler siz istemeseniz bile olacaktır. Ancak, terfi beklentisiyle bu işe kalkışırsanız binanın temelini yanlış atmış olursunuz. Yukarıya doğru ilerleyişte kilometre taşları sınırlıdır. Engellerle doludur. Oysa yatay olarak gidebileceğiniz mesafe sonsuzdur. Gözünüze kestirdiğiniz üst-poziyonda masasında pinekleyen birileri mutlaka olacaktır. O kişi o masadan kalkmadığı sürece, sizin oraya yükselmeniz çok düşük bir ihtimaldir. Peki, kendi kaderinizi başka insanların alacağı kararlara endekslemeniz ne derece doğrudur? Bunun değerlendirmesini de iyi yapmalısınız.
Size şiddetle tavsiye edeceğim şey yaptığınız işle ve de en önemlisi olduğunuz kişiyle barışmanızdır. Mutlaka barışın. Ondan sonra yukarı doğru bakmaktan tutulmuş olan boynunuzu rahat bırakın. Sağınıza solunuza bakın. Gözlerinizle boşlukları tespit edin ve hayal gücünüzle onları doldurun. Ellerinizi de bir heykeltıraş misali, hayalinizi gerçeğe dönüştürmek için kullanın.
Sekreter örneğine geri dönecek olursak. Yukarıda dediğim gibi, bu pozisyonda da dikey olarak hareket etmeniz çok çetrefilli bir süreçtir. Oysa, yatay ilerleme hem daha zevkli hem de daha “erişilebilir”dir. Bir bakalım hemen neler yapılabilir. Sizin işiniz bir yöneticinin hayatını kolaylaştırmak olarak tanımlanmış. Bu konuda bir deneyim sahibisiniz. O zaman hemen size şöyle bir teklif. Bir yöneticinin değil bin yöneticinin hayatını kolaylaştırmaya ne dersiniz? Yöneticiler için pratik yaşam rehberi isimli bir kitap yazmanızı teklif ediyorum size. 5 yıldızlı yaşamlar süren guruların bu konuda yazdıkları kitaplar mı, yoksa sizin gibi bu işin tabanından gelen birinin yazdıkları mı daha gerçekçi olacaktır? Yöneticileri biraz tanıyorsam, kesinlikle sizin yazdığınızı okumayı tercih edeceklerdir.
Çünkü siz bir yöneticinin bir yazıyı okuması için o yazının nasıl yazılması gerektiğini zaten biliyorsunuz. Türkiye’de böyle bir rehberden faydalanmak isteyecek yönetici sayısını da bir hayal edin. Bin? Onbin? Yaratıcılığınızı kullandınız ve ortaya faydalı bir kitap çıkardınız. Kitabınız yeni baskılar yapmaya başladı. Bu kez telefonlar sizin için çalıyor. Gazeteciler sizinle röportaj yapmak istiyorlar çünkü. Bakın hem isim yapmaya başladınız hem de sekreterliğin aslında ne kadar önemli bir iş olduğunu anlatmaya ve işinize değer katmaya başladınız.
Ya da başka bir yol izleyin. www.pratikyasam.com diye bir portal açın. Girin bakın, bu alan adının boşta olduğunu göreceksiniz. Satın almanın bedeli 9 milyon. Bir 9 milyonu da “Web sayfası nasıl hazırlanır” kitabına verdiniz. Ayda 20 milyonu da hosting hizmeti almak için harcadınız. Meslektaşlarınızla birlikte günde yarım saat harcayarak güncelleyeceğiniz bu site, sizi bir portal sahibi yaptı. Bir nevi medya patronu oldunuz. Unutmayın Türkiye’de de artık hayatını yaptığı web siteden elde ettiği gelirle kazanan insanlar var. Para da kazanabilirsiniz yani. Ve de bir süre sonra göreceksiniz insanlar pratikyasam.com’u kimin yarattığını merak etmeye başlayacaklar.
Gördüğünüz gibi markalaşmanın yatay doğrultuda bir ilerleme olduğunu algıladığınızda, ilerlemeniz hiç de zannettiğiniz kadar zor değil.
Eğer, bu tabloyu bir ütopya olarak görüyorsanız dikkate almadığınız birşeyin olduğunu söylemeliyim. O şey, boşluğun görünmez kontenjanıdır. Düşünülmeyen şeyleri düşünmenin, yapılmayan şeyleri yapmanın belirli ödülleri vardır. Gerçek bir boşluğu tespit ettiyseniz, toplum onu iyi ya da kötü doldurduğunuza bakmaksızın size bir ödül verir. Eğer onu iyi doldurursanız çok, kötü doldurursanız biraz ödül verir. Ama sonuçta size ödül verir. Önemli olan da budur.
Küpe no:5
Marka olmak kendini satmak demek değildir.
Marka olmayı “kendini iyi satmak” olarak tanımlayanlarınız oldu. Bu durum karşısında birara intihar etmeyi düşündüm! Neyseki sonra vazgeçtim J Markalaşmayı “kendini satmak” boyutuna indirgemek çok yanlış bir yaklaşım. Hatta yaklaşım bile değil uzaklaşım... Huzurlarınızda altını çizerek belirtiyorum ki markalaşmak kendinizi satmaya ihtiyaç duymamak için alternatif bir yoldur. Ya kendinizi kapı kapı, insan insan pazarlarsınız ya da marka olur insanların kapınızı çalmanızı beklersiniz. Arada bu kadar net bir ayrım vardır.
Bakın. İşdünyasında henüz bir isim yapamamış olmanın nedeni bir işe giriştiğimizde bizden CV’mizin istenmesidir. Oysa isim yaptığınızda siz göndermediğiniz halde insanlar sizin özgeçmişinizin idrakında olacaktır. CV sadece bir prosedür olacaktır. Sinan Çetin, sevin ya da sevmeyin kendi işinde gerçek bir markadır. Onun yaptığı filmleri hemen ayırdediriz. Peki sorarım size, Sinan Çetin’in CV’sini göreniniz oldu mu hiç? Hiç zannetmiyorum. Çünkü, o ve diğer etten kemikten markaların özgeçmişleri bizim zihnimize yazılmış durumdadır.
Bilakis, “kendini satmaya çalışmak” isim yapamamanın boşluğunu doldurmak için çok gündelik bir önlemdir. Peki, Tarkan’ın “Herkes bilsin ki ben bir süperstarım” dediğini duydunuz mu? Demez çünkü bunu onun yerine biz söyleriz zaten. Maharet kendinizi övmek değil, oluşturduğunuz görüntüyle insanların sizi övmesi için onlara uygun koridoru yaratmaktır.
Bu haftanın son küpesine geldik.
Küpe no: 6
Yaratıcılık
Yaratıcılığınız sizin en büyük sermayeniz. Yaratıcılığınız sizin en büyük sermayeniz. Yaratıcılığınız sizin en büyük sermayeniz. Yaratıcılığınız sizin en büyük sermayeniz. Yaratıcılığınız sizin en büyük sermayeniz. Yaratıcılığınız sizin en büyük sermayeniz. Yaratıcılığınız sizin en büyük sermayenizdir. Yaratıcılığınız sizin en büyük sermayenizdir. Yaratıcılığınız sizin en büyük sermayenizdir.
Onu çok iyi kullanın.
(Bu konu devam edecek)