MaÄŸribi blog-3
GÜRÜLTÜ
Rabat İstanbul’dan erken uyanıyor. Yok, yanlış. Otelimin bulunduğu mahallede sabah hareket erken başlıyor. Böylesi daha doğru. Önemli bir yolun üzerinde, büyük bir kavşakta otelim.
Öğrencilik yıllarımda şehri çevreleyen (periferik) bulvara bağlanan dar ve tek yönlü bir sokakta oturdum. Hemen yolun ağzında ve maalesef… kırmızı ışığın üstündeydi evim. Neler çektiğimi bir ben bilirim bir de Allah! Sabahın köründe hazır kırmızıda durmuşken soğuk motorunu ısıtan araç sahipleri, durduğu yerde ‘vııın vııııın’ gaz vererek kendini tatmin eden küçük mobiletler, yeşil yanınca kornaya basanlar ve nadir de olsa, kırmızı ışığa takıldığı halde ‘dat dat da da daaaat’ korna çalmayı sürdüren düğün konvoyları!..
Evini seçerken dikkat edersin de, yabancı bir memlekette - o da zar zor - bir otel bulurken ‘Kavşakta mı, önünde kırmızı ışık var mı?’ diye kapris yapamazsın ya…
Sabah 7.30’da gürültü ve kornalar başlıyor. Allah’tan 7’de kalkıyorum düzenli…
*
YİNE TREN…
Bugün Casablanca’ya inmem gerekiyor. Galiba Fransızlar’dan kalma (sorsam gocunurlar) mükemmel halde ve tıkır tıkır işleyen bir demiryolu ağı var Fas’ın. Temiz, düzenli garlar. Danışmada oturan kadına soruyorum (Çalışan Faslı kadınların % 99’u kapalı bu arada…) bana bilgisayardan çıkarıp gideceğim yönün saatlerini veriyor. Anında. (Bizde mümkün mü, zannetmem!)
Bu sefer sistemi öğrendim. Nerede ineceğim, nerede tren değiştireceğim biliyorum…
Giderken aktarmalı, Ayn-Sebak’ta. Benimle mükemmel bir Fransızca konuşuyorlar (ikinci resmi dilleri ne de olsa, hemen herkes iyi kötü biliyor) ama sıra cümlenin içinde Arapça bir kelimeye gelince, tabii onu Fransız aksanıyla değil, ‘Fasça’ söylüyorlar ki… anlamak mümkün değil. Biz Türkçe’ye girmiş veya dualardan bildiğimiz Arapça kelimeleri o kadar yumuşatmış ve değiştirmişiz ki, mesela Muhammed dedikleri zaman bile zor anlıyorum. (Anlatmışımdır size, Fransa’da öğrenciyken Tunuslu, Lübnanlı arkadaşlar bize arasıra ‘Hadi n’olur bir kerecik El Fatiha oku!’ derler, bizi dinleyip yerlere yatarlardı…)
Danışmadaki kadın da ‘aeynsbq’ deyince ‘Yazar mısınız’ demek ihtiyacı duyuyorum. Ain-Sebaq’ta aktarma, tamam…
*
ERKEN KUTLAMA
Peron sorumlusuyla sohbet ederken iltifat etme ihtiyacı duyuyorum. Trenleriniz, garlarınız maşallah pırıl pırıl. ‘Genellikle’ diye yumuşatıyor. Sonra trenleriniz çok dakik, saniye şaşmıyor. ‘Şaştığı oluyor’ diyor gülümseyerek.
Ne demek istediğini anlıyorum. Hoparlörden ‘15 dakika gecikme ve özür’ anonsu duyulduğunda, Casa treni zaten 15 dakika gecikmişti bile. (Bu anonslarda da aynı sıkıntı. Fransızca kısmı sarih ve güzel, ama araya giren yer adlarını anlamak çok zor. Kelimelerin içindeki q,w,h,g gibi kalın sessizleri o kadar vurguluyorlar ki, aklıma Nejat Uygur’un Cum’a demesi geliyor, sanki şaka yapıyorlar…)
*
DÜNYA ÇOK KÜÇÜK
Casa-L’Oisis’te politolog, araştırma görevlisi Mohammed Tozy karşılıyor beni. Bir kafeye oturup sohbet ediyoruz, ben bir mentollu (bol şekerli) çay içiyorum. Nefis.
Dünya ne kadar küçük biliyor musunuz…
Fas’ın Casablanca şehrinde buluşup sohbet ettiğim Dr.Tozy bana çok tanıdık geliyor. ‘Tipik bir yüzü var demek ki’ diye geçiriyorum kafamdan. Ama biraz sohbet edince anlıyoruz ki, aynı yıllarda aynı üniversitede öğrenciymişiz, aynı hocaların (belki de birlikte) dersine girmişiz; Gazelles gibi, Cuques gibi öğrenci kantinlerinde aynı zamanlarda yemek yemişiz… Biraz daha kurcalasak tanıdık çıkacağız belli.
*
ALLAH SELAMET VERSÄ°N BÄ°R YAÅžLI AMCA
Dönüşte oturacak bir yer buluyorum ama karşıma yaşlı bir beyamca denk geliyor. Bir Fas köylüsü, üstünde cellabası, başında (benim namaz takkesi dediğim) yerel nesi, takkesi diyelim. Belli ki trenlere aşina değil. Çünkü her istasyonda, en az on kişiye soruyor, artık ne diyorsa, galiba ‘…. mi burası?’ diyor, dediğini anlamıyorum ki… Anlamıyorum ama amcam benim anlamadığımı anlamıyor. Hani dil bilmeyenler bağırarak ve ısrarla söyleyince karşısındaki yabancı anlayacak sanırlar ya… Belki de bu beyamca dünyada herkesin kendi dilini konuştuğunu zannediyor, insanların Arapça bilmemesini aklı almıyor. Her ne hal ise, bana bir şeyler söylüyor, aptal kafam, ben anlamıyorum. O kadar alçak sesle, mütevazı ve sakin bir tonda konuşuyor ki, el kol hareketi de yapmadığından, sesinin inişi çıkışı olmadığından, neden bahsettiğini bile tahmin edemiyorum. Teslim olup, yüzümde Tansu Çiller gibi samimi bir gülücük, artık dinliyorum. Rabat-Ville’de durunca tren, önce bana, sonra 8-10 kişiye soruyor, ineceği yere gelmiş o da benim gibi. Kampartımanın kapısına değil, koridora yöneliyor, kolundan tutup çeviriyorum. İnmesine yardımcı oluyorum. Ama bu sefer de garın çıkışına değil, perona doğru yönelip uzaklaşıyor, ısrarla, sanki giden trenden ayrılmak istemiyor…
Bir saatliğine hayatıma giren bu yaşlı amca kimin nesiydi acaba? Nasil bir hikayesi vardı? Ne mutluluklar tatmış, ne acılar çekmişti? Elini uzaktan namaz takkesine götürerek bana ‘Hadi eyvallah’ gibi bir işaret yaptı, hafif öne büklüm, hayatımdan girdiği gibi Arapça olarak çıkıp gitti…
*
MEDİNE PAZARI : SES, KOKU VE KALABALIK…
İşlerimi bitirip, gün batımına doğru eski Medine’deki sürekli pazarı bir turluyorum. Kapalı bölümü bizim Kapalıçarşı’nın bir benzeri. Zaten burası daha ziyade turistik, deri, halı, kuyum filan…
Ama asıl ilginç olanı halk pazarı. Ä°nanılır gibi deÄŸil. Daracık sokaklarda küçücük dükkanlar, üst üste ve kesif bir kalabalık. Kocaman sütyenlerin, Ä°stanbul’da kolay vitrine çıkaramayacağınız kırmızı erotik çamaşırların asılı olduÄŸu bir dükkan; yanında üstüne sinekler konmuÅŸ, ruhunu teslim edeli çok olmuÅŸ balıklar; bir ötede küçücük bir tespihçi, sokaÄŸa taÅŸan tezgâhında Kuran satıyor; onun yanında ne olduÄŸunu bilmediÄŸim ÅŸekerliÂbenyeler kızartıp satan yaÅŸlı bir kadın; bangır bangır ‘Arap repi’ çalan, mallarının tamamı kötü kopya bir kasetçi (CD’ler 5 dirhem yani 1 lira); cellebesiyle yere çökmüş mısır koçanlarını soyan bir yaÅŸlı köylü kadın, yanındaki erkek küçük bir mangalı közlüyor; ana caddeleri kesen ‘çıkmaz sokaklar’ iki elinizi açınca iki duvara dokunabiliyorsunuz, maÄŸara gibi evcikler, muhteÅŸem, oymalı ahÅŸap kapıların ardında…
VE QASBAH
Ağır yağ kokusu dayanılır gibi değil, medineyi hızla aşıp arka kapıdan ‘qasbah’ yani tarihi kaleye ulaşıyorum. Önce tepesine çıkıp denizin nehirle birleştiği muhteşem panoramayı hayranlıkla izliyorum. Okyanus kıyısındaki plaj tıklım tıklım dolu. Ayaklarını sokan bir iki genç kız dışında sadece delikanlılar. Ama yukarıda, kalenin tepesinde, köşe bucak saklanmış genç çiftler öpüşüp koklaşıyor. Rahatsız etmemek için oradan kaçıyorum. Aşağıda, plaja inan falezin üzerinde bir kahve olacaktı. On yıl kadar önce, 1997 seçimlerini izlemeye geldiğimizde, Umur’la (Talu) oturduğumuz, pek kimsenin bilmediği, sessiz bir kahve…
Ne yazık ki keşfedilmiş! Fransız bebelerini getirmiş monitörler, cıvıl cıvıl. Sonra yaşlı Fransız turistler var. Mütemadiyen ‘kazıklandıkları’ paranoyası içinde. Haksız da sayılmazlar, turistik olunca fiyatlar artmış. Neneli çay (bol şekerli, çok sıcak bir bardak çay, içine bol taze nane yaprağı tıkılmış…) 8 dirhem. (Hayır çekirdeği yok! J) İki tadımlık kurabile 14 dirhem. Ben 35 dirheme öğlen karnımı doyurdum oysa…
Biraz oturuyorum çardağın altında, bu arada rüzgâr gibi geçen 9 seneyi düşünüyorum, bir hesap yapıyorum kafamdan, ‘Böyle bir on sene daha, yaşım 60’a dayanacak demektir…’ keyfim kaçıyor, çayımı içip kalkıyorum.
Dönüş vakti geliyor zaten…