Lyublyana’nın çıplakları
Adriyatik Denizi’nin kuzey ucunda, sahile kuş uçumu 75 kilometre uzaklıktaki Lyublyana üç farklı kültürün izlerini taşıyan bir Sloven şehri. Mimarisinden günlük yaşamına Slav, İtalyan ve Alman izleri görülüyor. Lyublyana, Tito’nun Yugoslavya’sında da el üstünde tutulmuştu. Slovenya’nın AB’ye girmesinden sonra hızlı bir değişim yaşadı. Sosyalizm günlerinden geriye sadece büyük anıtlar ve resmi yapıların cephesindeki erotik rölyefler, heykeller kaldı.
Manzara mavi yeşil, ipek bir halı gibi kat kat açılıyor önümde. Bağlar, hep bağlar boyunca ilerliyor, yeşilin içinden geçiyoruz. Asma kütükleri dimdik ayakta, üzümler eylül güneşinde salkım saçak. Karşıda mavi dağlar, kadehimde bal rengi beyaz şarap var. Slovenya’dayım. Otobüs dünyanın dört bir yanından edebiyat festivaline gelen yazarlarla dolu. Hem onlarlayım, hem onlardan uzak, şoförün arkasındaki koltukta tek başıma. Nazlı Eray ya da Alberto Manguel’le derin sohbete dalmadığım ender anlarda manzaraya bakıyorum. Yol kıvrıla büküle dolanıyor önümde, Alpler’in eteklerini ardımızda bırakıyoruz, varılacak yer Adriyatik kıyısından az içerdeki bir köy. Daha doğrusu bir at cenneti. Slovenya’nın bağımsızlığının yirminci yıldönümünde kadehlerimizi barış için kaldırıyoruz.
ESKİ YUGOSLAVYA’DAN AB’YE İLK O GİRDİ
Buralara ilk gelişimde Yugoslavya parçalanmamıştı, Tito sağdı henüz. Slovenya, federasyonu oluşturan altı cumhuriyetten en gelişmişiydi. Sonra, savaş korkunç yüzünü gösterdi dağların ardından. Önce Hırvatistan’da, sonra Bosna ve Kosova’da kan döküldü. Derken eski Yugoslav cumhuriyetleri peşpeşe bağımsızlıklarını ilân etti. Slovenya da içlerinde ulusal devletlerini kurdular. Slovenya Cumhuriyeti bugün 20 yaşında ve dağılan Yugoslavya coğrafyasında Avrupa Birliği üyesi tek ülke. Ötekiler kapıda bekleye dursun, iki milyon nüfuslu bu küçük ülke 2004’ten bu yana Avrupa’nın kaderinde söz sahibi. Ve tüm komşularıyla iyi ilişkiler içinde. Ne Lahey Mahkemesi’ne teslim edecek savaş suçlularını barındırıyor ne de demokratik değerlerden ödün verme niyetinde. Cumhurbaşkanı Danilo Türk’ün soyadını saymazsak bizimle de hiçbir benzerliği yok. Macar azınlığın haklarına saygılı çünkü, gazeteciler ve aydınlar da hapiste değil.
OSMANLI’YA DİRENMİŞTİ
Kent zamanla yayılıp genişleyeceğine daralmış, kalenin bulunduğu yüksek tepenin yamacına dayanmıştı. Kirpi gibi büzülüp kalmıştı orada. Yöredeki tüm müstahkem mevkiler gibi Türklerden korkuyordu sanki. Öyle ya, Osmanlı buralara dek yaklaşmış, akıncılar çevre köyleri talan etmişti. Yukarıya dek tırmanmayı göze alamadım. Çok eski, güngörmüş bir kentte olduğumun farkındaydım. Tepeden görünüşü de çok etkileyici olmalıydı. O görüntüyü hayal etmeye çalışarak Lyublyana’nın da, ortasından nehir geçen tüm Avrupa kentleri gibi kendi hüsnüne hayran olduğunu düşündüm. “Sevilen” anlamına gelen adından belliydi bu. Habsburglar’ın yönetiminde her zaman sevilmiş, el üstünde tutulmuştu. Başına gelen en büyük felâket depremlerdi, kuşatmalar ya da salgın hastalıklar değil. Tito da sevgisini esirgememişti kuşkusuz, buraya çok sık gelmese bile Bled’de, gölün tam ortasındaki konutunda güzel zamanlar geçirmişti. Onun ölümünden sonra, kurduğu devletin enkazını kaldıranları izlemek için benim de yolum düşmüştü buraya. O zaman Birlesmiş Milletler’de görevli, kadim dostum Cengiz Aktar’la kente adını veren ve Sava’ya döküldükten sonra Sırbistan’ın içlerine doğru Tuna’ya kavuşan Lyublyana Nehri’nin kıyısındaki kahvelerden birinde oturup saatler boyu tartıştığımızı anımsıyorum. Ejderhaların beklediği köprünün az ilerisinde, salkım söğütlerin altındaydık. Kavaklar hışırdıyordu karşı kıyıda ve köprünün altından yassı nehir gemileri geçiyordu. O günün izlenimleri “Yıkımdan Sonra” başlığıyla Bir Avuç Dünya adlı kitabımda söyle yer aldı:
“Dökülen kan kurumadı!” diyor üç yıldır Slovenya’da görev yapan Cengiz Aktar. Lyublyana’da eski kentin barok yapılarına karşı oturmuş konuşuyoruz. Tüm Orta Avrupa kentlerinde olduğu gibi Lyublyana’nın ortasından da bir ırmak akıyor. Ve çan kuleleri ile sıvası yer yer dökülmüş sarı, fıstık yeşili, vişneçürüğü evlerin gölgesi vuruyor suya. Ağızlarından ateş yerine dilleri fışkıran, geniş kanatlı, timsah kuyruklu dört ejderhanın bekledigi taş köprünün karşısındaki kahvedeyiz. Oturduğumuz masaya sarkan sögütlerin gölgesi vuruyor suya. Her şey nasıl da sakin. İnsanlar işinde gücünde, sokaklar, pazar yerleri kalabalık, kahveler tenha. Belli savaş uğramamış buraya, ejderhalarınkinden daha korkunç yüzünü göstermemiş.(…) Yugoslav Federasyonu’ndan ayrılan ilk ülke Slovenya’da 10 gün sürmüş savaş, daha doğrusu gerginlik. Başkentte bir tek ölü o da federal orduda görevli bir pilotmuş ve sınırda yer yer çıkan çatışmalarla olay kapanmış. Fazla kan dökülmeden bağımsızlığını kazanmış iki milyon nüfuslu bu küçük ülke. Batı, her yönüyle Avrupalı olan Slovenya’ya Belgrad’la müzakerelerinde tam destek veriyor.”
BİNALARIN DUVARINDAKİ KIŞKIRTICI RÖLYEFLER
Bu destek sayesinde kendi yolunda kolayca ilerleyebildi Slovenya. Lyublyana’nın sokaklarında dolaşır, ırmağın durgun suyu boyunca sıralanan kahvelerde oturur, lokanta ve dükkânlara girip çıkarken Avrupa’da olduğunuzu hemen fark ediyorsunuz. Ne var ki sosyalizmin izleri de tümüyle silinmemiş. Adım başı heykeller, beton yapılar göze çarpıyor. Ve resmi binaların cephelerindeki kabartmalar. Cumhuriyet alanına bakan parlamento bu binalar içinde kuşkusuz en ilginci. 1954-59 yılları arasında yapılmış. Aslında barok sarayların, bahçe içindeki görkemli konutların yanında biraz sönük kalıyor. Ama yakından bakıldığında, başka yapılarda pek görülmeyen bir özelliği var. Slovenya’ya yaptığı resmi ziyaret sırasında cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ü çileden çıkaran bu özelliği merak edeceğinizi varsayarak konuyu dağıtmadan sadete geleyim.
Parlamentonun ön cephesindeki bronz heykeller içinde “kariatid” geleneğini sürdüren çıplak kadınlar yok yalnızca, takım taklavatları ortada, anadan doğma erkekler de var. “Erkeğin malı ortada olur” dercesine Sloven halkının iradesini temsilen parlamento binasını süslüyorlar. Zdenko Kalin ile Karl Putrih’in elinden çıkma kompozisyona biraz yakından bakınca, dehşete düşmese de az buçuk ürperiyor insan. Çıplak heykeller, kadın erkek karışık, hummalı bir faaliyet içinde görünüyorlar. Geleceğin sınıfsız toplumunun, komünizmin babalarının vadettiği ama bir türlü göremediğimiz güzel günlerin habercisi onlar. Çalışan, üreten, doğayı değiştirirken kendileri de değişen emekçi sınıflar. Ne var ki, Nâzım Hikmet’in deyimiyle, pehlivan gibi “cümle libastan soyunmus üryan” vaziyetteler. Bir kadın, ekmeğini taştan çıkarırcasına uğraşan çıplak adamın cinsel organının önünde cömert memeleriyle diz çökmüş, bir diğeri yuvarlak, davetkâr kalçalarıyla ayakta, Havva anamız gibi de saf mı saf. Şeytanın iğvasına uyduğunu gösteren en küçük bir işaret yok bakışlarında. Çocuğun biri tuttuğu balığı, mal bulmuş Mağribi gibi, elleriyle yukarıya kaldırmış. Balık dediysem sözgelişi elbette, çocuğun elinde tuttuğu balıktan başka her şeye benziyor. Aslında sosyalist rejimin öncelikleri arasında yer alan eğitim, aile, sanayi, tarım, balıkçılık ve sosyal adalet gibi kavramlar tasvir edilmek istenmiş ne var ki “maksadını aşan” bir durum çıkmış ortaya. Bakış çıplak gövdelerin üzerinde dolaştıkça iyi niyet ve iyimserlikle tasarlanmış içerik, salt biçimden oluşan bir “nü” kompozisyona bırakıyor yerini. Çıplak kadınlar, erkekler ve çocuklardan ibaret bir “orji”ye tanık oluyorsunuz.
Sloven Parlamentosu binası mimari açıdan bir sanat harikası değil elbette, hatta çirkin olduğu da söylenebilir. Ama, sanıyorum, “nü” tarzında tasarlanmış heykel kompozisyonuyla dünyada pek benzeri olmayan bir şeffaflık sergiliyor. Siyaset şeffaf olmalı, evet. Bunun için halkın da anadan doğma soyunup çıplak olması gerekiyor anlaşılan.
LİPİCA’NIN ATLARI GEÇMİŞTE HANEDAN ARABALARINA KOŞULURDU
Lipica yolundayız. Çam ormanlarıyla kaplı tepelerde eski kaleler, köyler, aşağıda Adriyatik Denizi’ne doğru uzanan geniş vadide bağlar var. Gerçek anlamda bir üzüm cenneti burası, ama Lipica şaraplarıyla değil haralarıyla ünlü. Tarih boyunca Habsburg Hanedanı’na buradan soylu atlar gönderilmiş: Atseverlerin yakından tanıdığı Lipizan’lar. Her biri kar kadar beyaz, azgın aygırlarla kupa arabalara koşulan terbiyeli kısraklar. Bir zamanlar Viyana’da, Strauss’dan valsler çalan imparatorluk orkestrasının eşliğinde arz-ı endam eden bu güzelim atları çayıra sere serpe uzanmış, ıhlamur ağaçlarının altında özgürlüğün tadını çıkarırken görmek başka oluyor. Ataları, bir zamanlar neredeyse Avrupa’nın yarısına hükmetmiş bir imparatorluğun süvarilerine, hanedan mensuplarıyla generallere binek olmuşlar, kraliçe Sisi de aralarında, soyluları rürgâr hızıyla bir kentten bir başka kente, bir şatodan ötekine taşımışlar. Şimdi, eskinin şatafatından, olağanüstü günlerin telâşından uzak, Lipica kırlarına yayılmış eylül güneşinde otluyorlar. Geceleyin düşümde içlerinden birinin üzerinde gördüm kendimi. Otobüsle geldiğimiz asfalt yoldan değil Alpler’in eteklerine doğru yayılıp giden bir patikadan dörtnala geçerek Lyubliyana’ya vardık. Kenti bekleyen ejderhaların ağzından ateş fışkırmıyordu belki, ama Slovenya’nın başkentine at üstünde girerken halk sokaklara dökülmüş bağımsızlık türküleri söylüyordu. Ben de katıldım aralarına, düşlerden yunup arındım. Ata binmek bir yana, su ahir ömrümde bir kez olsun yaylı arabayla bile seyahat edememiş olmanın burukluğuyla Lyublyana’nın sokaklarına daldım.