Laz valinin şövalye adası
Yunan Adaları deyince çoğumuzun aklına önce Santorini, Mikonos, Girit geliyor. Oysa Muğla’nın Bozburun Yarımadası’na 18 kilometre uzaklıktaki Rodos, doğal güzellikleri ve tarihi dokusuyla bu adalara meydan okuyor.
Evet, çıplaklar plajı, eşcinseller köyü gibi sansasyonel mekanları yok. Bunun yerine konuklarına UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne giren tarihi suriçi bölgesinde ortaçağ atmosferini yaşama imkanı sunuyor. St John Şövalyeleri, Osmanlı ve İtalyanların 700 yıllık çabayla oluşturduğu tarihi şehir Babil Kulesi zenginliğini yaşatıyor: 450 yıllık camiler, çeşmeler, 300 yıllık nargileci, dar sokaklarıyla Yahudi Mahallesi, 800 yıllık kiliseler, Şövalyeler Şatosu, Cem Sultan’ın hapsedildiği ev, Fethi Paşa’nın yaptırdığı tarihi saat kulesi. Surların dışında ise dev birer şemsiye gibi açılan asırlık benjamin kauçuğu ağaçlarının gölgesinde modern bir şehir sahil boyunca sereserpe uzananıyor.
Serhan YEDİG
Beş yıl önce, Kos’tan Girit’e geçerken beş saatliğine uğramıştım Rodos’a. “Suriçindeki bölgenin dışında görmeye değer bir şey yok” diyordu okuduğum kaynaklar. Tarihi bölgenin deniz taşlarıyla kaplı sokaklarında yürümüş, Sultan Mustafa Camii’nin avlusundaki asırlık çınarların gölgesinde soluklanıp, Şövalyeler Yolu’nda geçmişi hayal etmiştim. Saat kulesine tırmanıp günbatımında şehri uzun uzun seyrettikten sonra Rodos benim için bitmişti. Meğer ne kadar yanılmışım. Önceki hafta, dört günlüğüne adaya gittiğimde hatamı kavradım. Yaşlı, bilge şehirlerle tanışmanın bir ritüeli vardı ve zaman istiyordu. Dört günde Rodos’tan Anadolu’ya, İstanbul’a uzanan etkileyici öyküler dinledim. Damak hafızamı ada lezzetleriyle zenginleştirdim. Tanışıklıklar arttıkça, gündelik hayatla temas ettikçe, sesler, renkler, kokular algılarımı açtıkça Rodos’u daha çok sevdim.
TARİHİ ŞEHRE AMBOİSE GEÇİDİ’NDEN GİRİN
Dokuz kapılı suriçine genellikle liman yönündeki dört geçitten giriliyor. İkinci günün sonunda, surların dışını keşfetmeye çalışırken farkettim ki bu bilge şehirle tanışmak, ortaçağ atmosferini doyasıya yaşamak için mutlaka kuzey batıdaki Amboise Geçidi’nden girmek ve özel bir rota izlemek gerekiyor. Şövalyelerle başlayıp, Osmanlılar, İtalyanlarla devam eden kültürel zenginlik ancak böyle anlamlı bir bütünlüğe dönüşüyor.
Dev benjamin kauçuğu ağaçlarının bulunduğu Platanakia Parkı’ndan geçip surlara uzanan köprüye girdiğimde, aşağıdaki yaklaşık 50 metre genişliğindeki hendekte çocuklar neşeyle futbol oynuyordu. Surların içinden geçen, basılmaktan parke taşları şekil değiştirmiş yol, asırlık çınarların bulunduğu, yüksek duvarlarla çevrili bir koridora bağlanıyordu. Ortaçağda sur içine kabul edilen yabancıları incelemek için oluşturulan bir tecrit alanındaydım sanki. Zaman durmuş, dışarıdaki hayatın telaşından kopmuştum. Solumda 14.yy’da inşa edilen Şövalyeler Şatosu yükseliyordu. Suriçinin en yüksek noktasındaki yapıyı Osmanlılar zindan olarak kullanmıştı.
Aziz Antoniu Kapısı’ndan tarihi kente geçip sola döndüm. İki yanı çift katlı taş evlerle kaplı meşhur Şövalyeler Yolu aşağıya doğru uzanıyordu. Avrupa’da en iyi korunmuş ortaçağ sokaklarından birindeydim. Caddedeki binaları birbirine bağlayan tek kemer turistlerin en sevdiği fotoğraf çektirme mekanıydı. 800 dönümlük alana yayılan suriçi bölgesinde tüm sokak ve meydanların zemini deniz taşlarıyla kaplıydı. Yassı, yuvarlak, siyah ve beyaz taşlarının dikine dizilmesiyle yapılan bu desenli döşemeye Rodos taşı, timsah sırtı ya da podima deniyordu. Yağmurda ayakları zemindeki sudan koruyor, sıcak yaz günlerinde sulanan avlulara, sokaklara serinlik veriyordu.
CEM SULTAN’IN EVİ
Şövalye Yolu’nun iki yanında sıralanan, bugün İtalyan, İspanyol hanı gibi isimlendirilen binalarda bir zamanlar seçkin Osmanlı aileleri yaşamış, önlerine tahta balkonlar yaptırmıştı. 1912’de Osmanlı adadan ayrılınca İtalyanlar yapıları eski haline getirmişti. Bugün evler, arkeologların konutlarına dönüşmüştü. Sol sıradaki evlerden biri haritada özellikle işaretlenmişti: Cem Sultan Evi... Ağabeyi Bayezid’le iktidar savaşına giren, 1482’de St John Şövalyeleri’ne sığınan sultan burada 13 yıl tutsak hayatı yaşamış, sonra gönderildiği Fransa’da zehirlenmişti. Hafif bir eğimle aşağıya inen sokak Arkeoloji Müzesi Meydanı’na çıkıyordu. Burası Osmanlı ile St John Şövalyeleri’nin kesişme noktasıydı. Bir kenarda büyük kitabeli Osmanlı çeşmesi, üzerinde yükselen asırlık çınar, diğer yanda ise şövalyelerin toplantı mekanı “İngiliz Hanı” bulunuyordu. Meydanı limana bağlayan Arnaldou Geçidi’ne girdiğimde Timur Bey’le tanıştım. Dükkanında Türkiye’de yaptırdığı hediyelik eşyaları satıyordu. Adada yaşayan 3 bin civarındaki Türkten biriydi.
Bizans Kulesi’ni geçip tarihi kentin merkezine yöneldik. Dar yollarda Kapalıçarşıyı andıran hediyelik eşya mağazaları, küçük meydanlarda kafeler, restoranlar sıralanmıştı. Önlerinden insan nehri akıyordu. Yazın günde 15 kruvaziyer limana yolcularını bırakıyor, gün boyunca tarihi kentin sokakları binlerce turistle doluyordu. Bu nedenle baharda, tercihen ikindi saatlerinden sonra gezmek gerekiyordu suriçini.
SAAT KULESİNİN İSTANBULLU SAHİBİ
Suriçinin en populer caddeleri, ortasına küçük bir havuz yerleştirilen Ipokratius Meydanı’nında kesişiyordu. Yukarıya, saat kulesine çıkan Sokratous Sokağı’na, diğer adıyla Uzunçarşı’ya saptım. 200 metrelik sokağın ortasında Mehmet Ağa Camii, sonunda 200 yıllık görkemli Süleymaniye Camii yükseliyordu. Suriçindeki beş cami arasında en kıdemlisi, 1531’de yapılan İbrahim Paşa Camii de yolun yaklaşık 100 metre güneyindeydi.
Minarelerle başlayan Osmanlı atmosferi, sokağın ortasında Bekir Karakuzu’nun kahvehanesinde doruğa çıkıyordu. 300 yıllık kahvehaneyi şimdi 63 yaşındaki kızı İlten Kapundanaki devralmıştı. Birkaç ay önce Mevlana tutkunu eşi Ali Memiş’i kaybedince tüm iş üstüne kalmıştı İlten Hanım’ın. Kapısına nargileler sıralanan kahvenin podima zemini yüzyılların etkisiyle inişli, çıkışlı bir hal almıştı. Semaverler, resimler, Türkçe - İngilizce Mevlana deyişlerinin sıralandığı duvarlarında boş yer yoktu. Çarşıda kuyumculuk yapan, Yunanca dört kitabı yayımlanan şair Süleyman Alayalı Çalık’la ve öğrencilerine derste Murathan Mungan okutan edebiyat öğretmeni Mirsini Lenotia’yla burada tanıştım. Çalık, şiirlerinde çocukluğunu geçirdiği çarşıyı anlatıyordu. Lenotia ise çocuk kitapları yazıyordu.
Uzunçarşı’nın sonuna geldiğimde sol taraftaki Fethi Paşa Kütüphanesi dikkatimi çekti. Kapısını çaldım, açıldı. 13 yıldır kütüphane memurluğu yapan Yusuf Kıbrıslı’yla, Namık Kemal’in ada valiliği yaptığı dönemde kitap okuduğu masanın başında sohbet ettik. Koleksiyondaki 1200’ü elyazması, 2500 nadide kitap Konya Devlet Kütüphanesi’nce dijital ortama aktarılmıştı. Artık araştırmacılar buraya gelmeden kitapları okuyabiliyordu. Kitaplık, çarşıdaki bazı dükkanlar, hatta Rodos’un meşhur saat kulesi Fethi Paşa Vakfı’na aitti. Vakfın başkanlığını, paşanın torunlarından, geçen ay kaybettiğimiz İDSO başkemancılarından Semih Argeşo yürütmüştü uzun yıllar...
ÖLÜM, HAYAT ELELE
Kitaplık çıkışında beş yıl önce avlusunda oturduğum camiyi ararken kendimi batı yönündeki eski Yahudi Mahallesi’nde buldum. Tıpkı Sevilla’daki gibi daracık sokaklarda onlarca ev yanyana sıralanmıştı. Duvardaki bir plakette, 1944’de Nazilerin mahalleden bin kişiyi toplama kamplarına gönderdiği yazıyordu. İşte bu ailelerden 42’sini Türk Konsolos Selahattin Ülkümen, kişisel inisiyatifini kullanarak kurtarmıştı. Balkonlar, küçük meydanlar rengarenk çiçeklerle kaplıydı: Begonvil, sardunya, hanımeli. Çiçekler sessiz mahalleye bahar coşkusunu taşımıştı. Elimdeki rehber kitabı karıştırırken dikkatimi çekti: Daha önce Sakız Adası’nda sokak aralarında gördüğüm, Rodos’un suriçinde de çok kullanılan kemerleri Osmanlı eklemişti tarihi şehre; yapıları depremden korumak için. Rehber, Osmanlı’nın Rodos’u ele geçirdikten sonra suriçinde Rumların yaşamasının yasaklandığını da yazıyordu.
Havranın yanından geçip, denizatı heykeliyle meşhur Evreon Martion Meydanı’na yöneldim. Benjamin kauçuğu ağaçlarıyla süslenen meydanda bir banka oturup çevredekileri seyre koyuldum. Kafelerin garsonları, ayaküstü portre yapan ressamlar müşteri avlama telaşındaydı. Ayakkabıcı heykelin altındaki havuzdan su alıp, dükkanını temizliyordu. Arkamda beş yaşlarındaki iki kız çocuğu neşeli çığlıklar atarak koşuşturuyor, bir kenarda onları izleyen büyükannelerini kızdırmak için binbir muzurluk uyduruyordu. Bir İtalyan çift önümde birbirlerine avaz avaz bağırarak kavga etmeye başlayınca yerimi değiştirdim. Bir ara saklambaç oynayan çocuklara takıldı gözüm. Ebe olan sarışın kız başını siyah bir sütuna dayamıştı, yüksek sesle sayıyordu. Sütun Nazilerin Rodoslu Yahudi kurbanlarına adanmış bir anıttı. Bir bahar ikindisinde geçmişin ölüm ve vahşeti, bugünün neşeli çocuk çığlıklarıyla buluşuyordu. Birazdan hava kararacak, suriçindeki barlar, restoranlar dolacak, bu kez yetişkinlerin kahkahaları sokaklara saçılacaktı.
Rodos’la ilgili elyazması eserlerin bulunduğu kitaplığa kapıdan göz atıp, bugün sadece altarı ayakta kalan, konserlere ev sahipliği yapan Aziz Burgum Kilisesi’ne doğru yürüdüm. Limana açılan Panagias Geçidi’ne geldiğimde beni Rodos’un en etkileyici manzaralarından biri bekliyordu: Taş duvarın kemerinin ardında gözalıcı, açıklara doğru koyulaşan lacivert bir deniz, yelkenliler ve hemen ardında Bozburun Yarımadası’nın görkemli tepeleri...
Lawrence Durell’in evini Müftü Mehmet vermiş
Rodos, neredeyse tüm resmi binalarını ve ada merkezini süsleyen dev kauçuk benjamini ağaçlarını İtalyanlara borçlu. Limanın batısındaki görkemli valilik binası Venedik’teki Doge Sarayı’nın bir kopyası. Hal binası, bir zamanlar Yunan kralının konakladığı ünlü Rodos Casino’su da aynı şekilde. Günümüzde bu etki sokak aralarındaki ünlü İtalyan markalarının şubeleriyle sürüyor. Aslında Rodos bir marka cenneti ve Türk yatçılar bu nedenle adaya çok sık uğruyor, duyduğumuza göre indirim dönemlerinde bavullarla alışveriş yapıyor.
Adada görmek istediğim yerlerden biri de romanları, gezi yazılarıyla Ege, Akdeniz sevgisini dünyaya yayan İngiliz yazar Lawrence Durrell’in eviydi. 1945 - 1947 arasındaki İngiliz işgali sırasında adada yaşamıştı. Türkçeye henüz çevrilmeyen “Reflections on a Marine Venus”ü adayı tanıtmak için yazmıştı. Yazarın evi, valiliğin yanıbaşındaki Osmanlı mezarlığındaydı! Kaptanı Derya Murat Reis Camii’nin çevresindeki geniş mezarlık alanı demir parmaklıklarla çevrilmiş, buna karşın içindeki dört türbeden üçünün demir kapıları kırılmış, mezarlar tahrip edilmişti. Sanatçılar Evi olarak kullanılan küçük evin yanından girip, dev okaliptüs ağaçlarıyla gölgelenen mezarlıkta yürüdüm. Caminin yanına geldiğimde bir müştemilat dikkatimi çekti. Kapısına yöneldiğimde 51 yıllık cami bekçisi Şaban Karkınoğlu’yla karşılaştım. Durell’i sordum. “Bizim müftünün arkadaşıydı, evi o vermiş, kira istememişti. Ben de tanışmıştım. Zaman zaman gelirdi, iyi adamdı. Öldüğünü duyduk” dedi.
Ertesi gün, sahibi romancı olan Academia Kitapçısı’nda buldum Durell’in eserini. Villa Cleobolus adını verdiği, zakkumlarla çevrili evini, Müftü Mehmet’i, arkadaşının tuhaf özelliklerini sayfalar boyunca sevgiyle, espriyle anlatıyordu. Kitaba adını veren, liman inşaatı sırasında denizden çıkarılan Artemis heykelini görmek için müzeye gittim, eski kentin sokaklarını bir de onun gözüyle dolaştım.
Rodos merkezinde ilginizi çekecek dört adres vereceğim: Limana 15 dakika yürüyüş mesafesindeki Rodos Akvaryumu 1960’larda açılmış, bölgenin sualtı doğası hakkında fikir veriyor. Karşısındaki sokaktan içeri girdiğinizde Yunanistan’ın en iddialı modern sanat müzelerinden biriyle karşılaşacaksınız. Limanın güney batısında, 20 dakikalık yürüyüş mesafesindeki Monte Cristo bölgesinde Belediye Kitaplığı bulunuyor. İtalyanların yaptığı, İznik çinileriyle süslü görkemli yapı geniş bir koruda. Bir dönem Yunan kralının yazlığıymış. Kütüphanecinin önünde Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sını görünce son bir yılda okuyanların sayısına baktım, 10 kişi ödünç almıştı. Bir tepeden kenti kuşbakışı seyreden Rodos Yazarlarevi de aynı bölgedeydi. Dünyanın dört bir yanından yazarları altı haftaya kadar ağırlayan bina birkaç yıl önce açılmış ve bugüne kadar Türkiye’den sadece Aslı Erdoğan’ı ağırlamıştı. Türk yazarları bekliyordu.
Vali Giresun, eşi Gökçeada’dan
12 Adalar Valisi Yanni Maheridis (55), Giresunlu bir taş ustasının torunu. Dedesi Yozbik (Neakapiska) köyünden. Giresun - Trabzon sahil şeridinde evler inşa eden dedesi 1921’de mübadeleyle Patra’nın karşısına düşen Apothia-Babalyo yakınlarındaki bir alana yerleştirilmiş. Trabzon’dan getirdiği tütün ve meyve fideleriyle o bölgeyi meyve bahçeleri, tütün bahçeleriyle donatmış. Evler, su değirmenleri inşa etmiş. Maheridis, Lazcayı dedesinden öğrendiğini, anneannesinin de Karadeniz kökenli bir Laz olduğunu söylüyor. “Dedem, babam ve annemle sadece lazca konuşurduk. Şimdi geriye sadece annem kaldı Lazca konuşabildiğim” diyor.
Mimarlık eğitimi gören Maheridis, 1980’lerden bu yana PASOK’lu. Atina’da Ekonomi Bakanlığı’nda danışmanlıkla başladığı bürokrasi tecrübesi sonrasında 1982’de Rodos’a vali atandı. Sonra Ege Bakanlığı Müsteşarlığı yaptı. Seçim sistemi değişince, 2003’te PASOK’tan adaylığını koyarak 12 Adalar Valisi seçildi. Bir sonraki seçimlerde, partisi yenilgiye uğrarken adalarda yüzde 52 oy alarak koltuğunu korudu. Şimdi üçüncü kez seçime hazırlanıyor.
Horon tepen, kemençe çalan Maheridis’in valilik makamında, kendine bir köşe ayırmış. Burada biri Girit diğeri Karadeniz yapımı iki kemençesini, taş üstüne yaptığı ikon resimlerini, akrilik bir tablosunu sergiliyor. Son birkaç yıldır Türkiye’den vizesiz günübirlik gezilerin başlatılması için çaba gösteren Maheridis, Ege’nin iki yakasını buluşturan turizm projeleri geliştirmek, iki yaka arasındaki trafiği yoğunlaştırmak istediğini söylüyor.
Valinin eşi Dina Maheridi (55), Gökçeadalı bir sünger avcısının kızı. İstanbul’daki Zapyon Lisesi’nden sonra Atina’da tıp öğrenimi görmüş, Gökçeada’dan yetişen ilk Rum kadın doktor olmuş. Rodos Hastanesi’nin çocuk kliniğinin şefliğini yürütüyor. Doğduğu evi iki yıllık hukuk mücadelesinden sonra bu yılın başında 40 bin TL birikmiş vergi borcunu ödeyerek geri alan Dina Maridi, tavanarasında çocukluğundan kalan radyoyu bulduğunda çok sevindiğini anlatıyor. Şimdi bu evi restore ettirmeye hazırlanıyor. Çiftin kızlarından biri mimar, diğeri mühendis. Türkiye’den çok sayıda arkadaş edinen Maheridis çifti gelecek yıl Giresun’dan başlayıp, Karadeniz turuna çıkmayı planlıyor.
NEREDE YENİR?
Suriçi bölgesinde, yerel lezzetlerin sunulduğu çok sayıda turistik restoran bulunuyor. Adalıların tercih ettiği restoranlar ise sur dışında. * PARAGADİ: Limana yaklaşık bir kilometre uzaklıkta, marina yapılan bölgedeki bir balık restoranı. Balık ve denizürünleri çeşidi bol, fiyatlar makul. Izgara sinariti, mezeleri harika.(Tel: 224 103 77 75) * MELTEMİ: Limanın sağında, valilik binasının bulunduğu Kountourioti Meydanı’nda. Önünden denize girilebiliyor. Ahtapot, kalamar, yaprak dolması tadılmalı. (Tel: 224 103 04 80) * INDIGO: Niko Stahos, eşi Kristina ile eski hal binasındaki restoranlarında konuklarını “hoşgeldiniz” diye karşılıyor. Ada lezzetlerini sunuyor. (Tel: 697 266 31 00) * MAVRİKOS: Adanın gurme adresi. Merkeze 55 kilometre uzaklıktaki Lindos Köyü’nün ana meydanında. 1912’de İtalya’dan göçen bir Rodoslu aşçı kurmuş, bugün London School of Economics diplomalı torunu Michalis ve aşçı kardeşi Dimitri tarafından işletiliyor. Duvarları ödüllerle, Stern, New York Times’ın övgü dolu yazılarıyla süslü. Bulgurlu ahtapot, safranlı kalamar, hannuplu kırmızı fasulye, fesleğen soslu manuri peyniri kızartması unutamadığımız lezzetler. Turgut Yılmaz, Mehmet Ali Birand gibi müdavimleri istakozlu makarna yemek için geliyormuş. (Tel: 224 403 12 32) * MASASURA: Merkeze 20 kilometre uzaklıkta, tavernalarıyla ünlü Maritson Köyü’nde. Et yemeklerinde iddialı. Sümüklüböcek yahnisinden, favaya kadar her tür mezeyi bulmak mümkün.
NEREDE KALINIR?
Adanın nüfusuyla turistik otellerindeki yatak kapasitesi aynı: 120 bin. Sheraton dahil pek çok ünlü otelin şubesi adanın merkezi ile havaalanı arasındaki sahilde. Fiyat, konfor açısından pek çok seçenek sunuluyor. * MEDİTERRANEAN: Denize bakan bir odada kalmak, önünden denize girmek, bitişiğindeki Rodos Kumarhanesi’nden yararlanmak isterseniz, Rodos Akvaryumu’na yakın beş yıldızlı Hotel Mediterranean’ı seçebilirsiniz. Temmuza kadar deniz manzaralı oda fiyatları 139 Euro. (www.mediterranean.gr) * AVALON: Suriçindeki Şövalye Yolu’nda, tarihi bir binada. İki yıl önce açılmış. Altı odalı. Yasemin kokulu, çeşmeli avlusunda ortaçağ atmosferini yaşatıyor. Teraslarından liman görülüyor. Temmuza kadar en ucuz odası 230 Euro. (www.avalonrhodes.gr) * MICHAEL ANGELO: Suriçi’ndeki eski Yahudi Mahallesi’nde. 700 yıllık binadaki butik otel, çiçeklerle süslü Eirinis Meydanı’na bakıyor. Beş odasının fiyatı 50 Euro. (www.michael-angelo-hotel.com)