Kentsel dönüşümün manzarası
Altı fotoğrafçının fotoğrafları ve edebiyatçı, gazeteci, mimar 15 ismin yazıları... 'Milyonluk Manzara' hem bir sergi hem de kitap olarak kentsel dönüşümün izini sürüyor.
Radikal'den Bahar Çuhadar şöyle anlatıyor:
Fotoğrafların bazılarında 90’ların popüler bilgisayar oyunu Simcity’ye gidiyor aklım: Issızlıkla çevrelenmiş bir alanda göğe uzanan bloklar, aralarına sıralanmış otomobiller, insanlar. Birileri bir-iki mouse hareketiyle alıp yerleştirmiş gibi. Etrafındaki ıssızlığı kimi fotoğrafta inşaat makineleri, kiminde otlamaya çıkan koyunlar bozuyor. Bir başkasında Simcity’dekilere benzeyen o ‘yaşam alanına’ inşa edilmiş parkta oturan gençlerin manzarasına dalıyorum onlarla birlikte; önlerindeki fıskıyenin ardında tuhaf mimarisiyle dikilen rezidans-AVM karışımı yapıya.
Sınırlarımız dahilinde kol gezen absürdlüğün fotoğrafları bunlar. Mantar gibi türeyen AVM’lerin, yok edilen mahallelerin, sürüldükleri mahallesinden çıkıp şehrin havalı rezidanslarında güvenlikten sorumlu olan adamların, üç vasıtayla ulaşılan TOKİ’lere yerleştirilen ailelerin, çirkin üstgeçitlerin, ‘kentsel ucubelerin’ manzarası. Fotoğraflar; kentsel dönüşümün neyi, nasıl dönüştürdüğünü sorgulayan bir kitaptan ve sergiden: ‘Milyonluk Manzara – Kentsel Dönüşümün Resimleri’.
Fotoğraf Kolektifi Nar Photos’tan altı fotoğrafçının, İstanbul ’da kentsel dönüşümün izini süren fotoğrafları 30 Temmuz’a kadar Tophane’deki Tütün Deposu’nda. Fotoğraflara da yer veren, İletişim Yayınları’ndan çıkan aynı adlı kitap ise mevzuya edebiyatçı, gazeteci, mimar, akademisyen 15 ismin sözcükleriyle bakıyor. İçi öyküler, veriler, analizler, anılarla dolu bir kitap.
Kente sahip çıkmak refleksiyle başlayıp devleşen Gezi Direnişi’ni; Tanıl Bora’nın kitaptaki sunuş yazısında bahsettiği ‘kentsel dönüşüm manzaralarının sıkıntıya boğduğu ruh halimizden’ ayrı bir yere koymak mümkün değil. Fotoğrafçılar Serra Akcan, Eren Aytuğ, Mehmet Kaçmaz, Tolga Sezgin, Saner Şen ve Kerem Uzel’e 2012-2013 aralığında ürettikleri fotoğraflara bugünden baktıklarında nasıl bir ruh hali okuması yaptıklarını sorduk.
NAR PHOTOS KOLEKTİFİ*
Bugün Gezi protestolarıyla ortaya çıkan dinamik, tam da kitapta bahsedilen bu boğucu ruh halinin bir anlamda toplumsal olarak patlamasıydı. Bu şöyle özetlenebilir: Küçük bir mekânda kediyi köşeye sıkıştırırsanız ve hareket edecek alan bırakmazsanız kedi yüzünüzü tırmalayarak kendine yol bulmaya çalışacaktır.
İstanbul 60’lardan bu yana yoğun şekilde göç alıyor ve bugün memleketin dört bir yanından gelen insanlar için büyük bir ev görünümünde. Şehrin yeniden inşa edilmesine bakarsak kentin öznelerinin ihtiyaçlarının değil yönetenlerin siyasal ve ekonomik ihtiraslarının hesap edildiğini rahatlıkla görebiliriz.
İstanbul’da yaşayanların nefes alacakları, yeşil bir açıklığa bakacakları tüm alanlar TOKİ eliyle ucube konutlar ve alışveriş merkezleri olarak dolduruluyor. Giderek artan nüfusla beraber geçmişte çöküntü alanları, mezbelelik olarak görülen birçok yer (Tarlabaşı, Sulukule vs.) iktidar eliyle sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleniyor. Tüm bunlar olurken bu semtlerin sakinleri kentin sınırlarına doğru kibrit kutusu büyüklüğündeki TOKİ evlerine hapsediliyorlar.
Başbakan’ın birkaç aydır defaatle “Taksim civarında daha fazla otel ihtiyacı var, otel yapmalıyız” söylemi de bu sürgün politikasının bir sonucu. İktidar insansız, ‘sorunsuz’ kent merkezleri inşa etmeye çalışıyor. Taksim Meydanı yayalaştırılırken aynı zaman diliminde tüm gösterilere kapatılacağı yönündeki söylem birbiriyle zıt görünse de bu anlayışın doğal bir yansıması. İktidarın dilini tercüme edersek yaya şu anlama geliyor: Taksim civarına gelip Başbakan’ın hayalindeki Topçu Kışlası görünümlü alışveriş merkezinde ihtiyacı olmayan seyleri satın alıp mekânın dışına çıkmadan üç-beş saat geçirip yürüyerek meydanı geçip otoparkındaki arabasına binen ve sorunsuz biçimde evine dönen makbul yurttaş. Zaten projenin ismine bakılırsa insanların bir trafik terimiyle tanımlanması dikkate değer. Yani yayalaştırmak, insansızlaştırmak anlamına geliyor. II. Meşrutiyet’in Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin dediği gibi: “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim.”
İstanbul’un son 10 yılında hızla devam eden ‘kentsel dönüşüm’ macerasına bakarsak insansız ve insana rağmen bir anlayışın hâkim olduğunu görebiliriz. 1960-70’li yıllarda Avrupa’da toplu konutların, kibrit kutusu gibi yan yana dizilmiş daracık sosyal konutların sonuçları şöyleydi: Depresyon, intihar vakalarında artış, suç oranının artışı ve toplumsal izolasyon. Bizde yeni ve iyi bir şeymiş gibi sunulan bu projelerin tümü kenti betonlaştırılırken sosyal ilişkilerin çöküşüne ve etkileri uzun sürecek toplumsal sorunlara neden oldular. Çok yakın bir gelecekte biz de Avrupa’ya göre gecikmeli olarak bu kent tasarımının sonuçlarını acı bir şekilde göreceğiz.
Sulukule’de ve Ayazma’da yaşayan insanlar işgalci olarak tanımlandıktan sonra yıllardır yaşadıkları semtlerinden sürülüp Taşoluk ve Bezirgânbahçe’deki TOKİ konutlarına gönderildi. Sürgün edilenlerin büyük bölümü vücudun yeni bir organı reddetmesi gibi bu yeni hayata uyum sağlayamadı. Bu yaşananlar aslında devlet şiddetinin mimari üzerinden estetize edilmiş yeni bir formuydu. Alman fotoğrafçı ve illüstratör Rudolf Heinrich Zille 1900’lerin başında şöyle demişti: “Bir insanı bir çekiçle öldürebileceğiniz gibi kolayca bir konutla da öldürebilirsiniz.” Zille’nin bu cümlesi bugün yaşananların güçlü bir özeti belki de.
Şehri fotoğraflamak
Narphotos yaklaşık 10 yıl önce bir araya gelen belgesel fotoğrafçıların kolektif bir örgütlenmesi. Bu gönüllü ortaklığı oluşturan fotoğrafçıların büyük bölümü İstanbul’da yaşıyor. Kolektifin kuruluşundan beri tartıştığımız temalardan biri İstanbul’du.
Farklı fotoğrafçılara ait birçok İstanbul fotoğrafını arşivimizde barındırmamıza rağmen henüz bu kent üzerine derinlikli bir çalışma yapmadığımızın farkındaydık. Toplantılarımızda çevremizde neler olup bittiğini konuşurken, bu olup biteni fotografik bir dile nasıl tercüme edebileceğimizi de tartıştık. Adı daha sonra Tanıl Bora tarafından konulacak ‘Milyonluk Manzara’nın başlangıç fikri şuydu:
Fenomen haline gelmiş birçok büyük kent, kendi gerçekliğiyle değil yüzeydeki sembollerle tanınıyor. Birçok insan için Paris, banliyölerdeki toplumsal ayaklanmalarla değil bir Eyfel Kulesi imgesiyle zihinlerde canlandırılıyor. Bu, İstanbul için de söz konusu. İstanbul’un tarihi yarımadadan, Galata Kulesi’nden, Boğaz’daki yalılardan ibaret olmadığını hepimiz biliyoruz. Buna rağmen kentin ana imgeleri vitirindeki güzelliklerden ibaret sayılıyor. ‘Milyonluk Manzara’nın ortaya çıkmasını sağlayan temel motif sahici bir meraktı. İstanbul’un özellikle son 10 yıldır hızla başka bir şeye dönüştüğünü biliyorduk. Fakat bu yeni İstanbul’un nasıl bir manzaraya sahip olduğundan çok da haberdar değildik. Toplantının sonucunda bizleri şehrin merkezinden sınırlarına doğru atacak temel enstrümanın toplu ulaşım olduğunun farkına vardık. Çoğumuz en az bir kere bu otobüslerin güzargâh tabelalarına bakıp safça bir merakla Eminönü’nden kalkan Ateştuğla otobüsünün tam olarak nasıl bir yere gittiğini merak etmişizdir. Liste o semtlerin sakinleri dışında çok az insanın merak ettiği Sultangazi, Başıbüyük, Kayaşehir, Bezirgânbahçe, Arnavutköy, Taşoluk diye uzatılabilir.
Bu semtlerin çoğu hem şehir merkezinin dışındaydı hem de kentsel dönüşümün sonuçlarını doğrudan ya da dolaylı olarak görebileceğimiz alanlardı. 2012’den itibaren bir yıl boyunca altı fotoğrafçı 60 farklı noktaya yolculuk yaptı. Her noktada en az bir gün geçirildi. Fotoğrafçıların motivasyonu kitapta bahsedildiği gibi bir ruh halinin izini sürmekti. Birçok semtte fotoğraf çekmenin ötesinde insanlarla konuşmaya, o semtlerin sakinleri açısından neler olup bittiğini anlamaya çalıştık. Kafamızda kentsel dönüşüme dair şablonlardan çok, bu yeni şehir imgesinin fotografik yansımalarının neler olabileceği vardı.
Projede altı farklı gözün olduğu düşünülürse, fotoğraflarda ortak dil oluşturabilmemizi sağlayan şey, kentin bütününe sirayet etmiş olan boğucu ruh haliydi. Önceki fotoğrafik deneyimlerimizden farklı olarak her bir fotoğrafçı için hem orada olma, hem bu ruh durumunun parçası olma hali, içinde bulunduğumuz mekânları anlamaya çalışarak bir yandan da ‘doğru’ biçimde aktarma çabasıydı bu süreç. Bir anlamda çevreden merkeze doğru bir bakış geliştirme çabasıydı.
*Serra Akcan, Eren Aytuğ, Mehmet Kaçmaz, Tolga Sezgin, Saner Şen, Kerem Uzel