Gürcülerin gururu Tiflis
Gürcü başkentini boydan boya geçen Kura Nehri, inci gerdanlık gibi köprülerle süslü. Kimi kentin simgesi, kimi sanat pazarı.
Dışarıdan bakıldığında lüks bir akvaryumu andıran, Rustaveli Caddesi’ne hakim bir köşeyi tutmuş, bizim Pera Palas muadili Marriot Oteli’nin giriş katındaki Cafe Parnas’ın mermer masalarından birine kurulmuş, yatmadan önce son grappa’larımızı yudumlayıp Rustaveli Caddesi’nin güzelliklerinden konuşuyoruz.
Rustaveli Caddesi
Ne yalan söylemeli, şehirdeki ilk iki gün, bütün benliğimiz Rustaveli’nin kuşatması altındaydı. Sabah uyanır uyanmaz otelden fırlıyor, 100 metre kadar yürüyüp, kendimizi onun sağaltıcı kollarına bırakıyorduk. Uzunluğu yaklaşık bir kilometreyi bulan, genişliği 100 metreden az olmayan bir alandan söz ediyoruz. Geniş kaldırımlar, o kaldırımlarda neredeyse her on adımda bir devasa ağaçlar, o ağaçların altındaki ceplere yerleştirilmiş banklarda eğleşen insanlar... Neredeyse her elli metrede bir bazen yol kenarına, bazen apartman diplerine yerleşmiş birbirinden rol çalan ufak sokak heykelleri. O heykellerin dibine yerleştirdikleri taburelere tünemiş, geniş zamanlara bakan çiçekçi kadınlar. Sonra Baroktan Art-noveau’ya, Art-deco’dan Kübizme uzanan mimari yelpaze...
Ancak üçüncü gün arka sokaklara dalıp çıkmaya başladık. Ayak üstü çakılıp yerine tutturulmuş tahta bahçe kapıları, arkadaki ufak avlu içinde kuyu, incir ağacı ve taş toprak karışımı zemin, bahçeye akan oluklar, köşeye yapılmış uyduruk sundurmanın altındaki odunluk, kar altında yamuk entarisi, şıpıdık terlikleri ve konçları düşmüş çoraplarıyla yürüyen, vaktinden önce çökmüş kadın. Şehrin öteki yüzü oracıkta duruyordu: makyajsız ve botokssuz.
İKİ SİMGE YAPI
Sameba Kilisesi
Şehrin geri kalanı ise bir şantiye alanını andırıyordu. Sovyetler’in dağılmasından sonra bağımsızlık kazanılmış, havai fişekler atılmış, heykeller ve sokak adları değiştirilmiş, özellikle Almanların öncülüğünde Avrupa Birliği’yle dirsek temasına girilmiş, polis merkezi camdan bir fanusa yerleştirilerek “şeffaflaştırılmış” ve yoksullara bir kez daha sabırla kenarda durmaları söylenerek, binaların tadilatına girişilmişti.
Bu durumun iki temel anıt yapısı var kentte. İlki şehrin her yerinden görülen devasa Sameba Kilisesi. 1995 yılında Gürcü dirilişinin, birliğinin ve ölümsüzlüğünün sembolü olarak yapımına başlanmış. Üstelik kentte onca yoksulluk ve onca kilise varken. Devasa bir bahçenin ortasına kurulmuş, 15 bin kişi alabilen bina 84 metre yüksekliğinde.
Barış Köprüsü
İkincisi Barış Köprüsü. Tiflis, bir köprüler kenti. Kura Nehri’nin tam ortasından ikiye böldüğü kenti köprüler birleştiriyor. Çoğunluk eski tarihli taş yapılar ve hepsi arabaların geçişine olanak tanıyor. Barış Köprüsü ise gündelik ihtiyaçtan çok, kentin 21’inci yüzyılla bağını kurmak, dünyadan geri kalınmadığını göstermek için oraya yerleştirilmiş. Cam ve çelikten yapılma kabuğuyla dikkat çekiyor ve Tiflis’in geri kalanından keskin çizgilerle ayrılıyor.
Kentin önemli merkezi Özgürlük Meydanı, doğal bir kerteriz noktası. Tiflis’in 19’uncu yüzyılda modern kente dönüştüğü nokta burası. Sololaki, bu meydandan başlayıp Kutsal Dağ’a kadar uzanan bölgeye verilen ad. Burjuva malikaneleriyle dolu bir alan. Tiflis’in bir zamanlar yaşadığı debdebenin gölgesi. Ağırlıklı olarak Ermeni zenginlerin oturduğu bir bölgeymiş burası. Ama o zamanlar Tiflis bir Ermeni kentiymiş zaten.
KURU KÖPRÜ’DE SANAT PAZARI
Sovyet döneminde yapılmış Tiflis metrosu kısa ama işlevsel, çünkü güzergahı üniversite ve işçi mahallelerinden geçiyor. Sovyet teknolojik gücünün bir utkusu gibi tasarlanmış olağanüstü uzunlukta, yekpare yürüyen merdivenlere dikkat. Öyle süratli akıyorlar ki, düşüp kafanızı kırmanız işten değil. Eski kentin dışı fabrika binaları, depolar ve apartman blokları tarafından kuşatılmış. Sovyet sistemi özellikle 1930’dan sonra belli bir plan çerçevesinde kendi mimari anlayışını dayatmış kente: Stalin-tarzı olarak anılan devasa apartman blokları. 1960’lara gelindiğinde bunlar, şehrin özgün mimari tarzıyla kontrast oluşturacak boyuta ulaşmış. Böylece merkezin dışındaki yeni Tiflis, tipik bir Sovyet şehri olarak şekillenmiş.
Kura Nehri’nin iki kenarı geniş caddeler ve kaldırımlarla kaplı. Yaz mevsimi piyasa yapanlar ve aşıklar için ideal mekan, sair zamanlar da bu hattın tek işlek noktası Kuru Köprü. Nehrin yatağı değiştirilip, altı park ve caddeye dönüşünce köprüye bu isim verilmiş. Köprünün çevresi haftanın yedi günü açık bir pazar yeri. Altındaki park ve yol kenarını ağırlıklı olarak Gürcü ressamlar mesken tutmuş vaziyette. Şövalelerin, park duvarlarının üzeri göz alabildiğine rengarenk tablolarla dolu. Naif resimler bunlar. Daha çok turistik bir hediye gibi ve fiyatları 100 dolar civarında. Satıcılar ressamların bizzat kendileri.
Köprünün üst kısmı ve yanındaki sokak ise bütünüyle bit pazarına ayrılmış, yağış olmadığı sürece her gün açık ve eski eşya tutkunları için gerçek bir cennet.
RÜYAYI YAŞATAN BOTANİK BAHÇESİ
Özgürlük Meydanı
Yeni açılan mekanlar daha çok Rustaveli üzerinde, bir de hızla kabuk değiştirerek turistik bir merkeze dönüşen, Özgürlük Meydanı ile Avlabari Meydanı arasındaki Erekle II Caddesi’nde. Burası bizim İstanbul’un Cankurtaran bölgesini anımsatıyor, iki katlı tarihi binalarda yiyip içme mekanları, büfeler, birkaç içki dükkanı, bir-iki banka şubesi, sanat galerileri, hediyelik eşya dükkanları, kafeler, lokantalar ve barlar açılmış bile, yakında irili ufaklı pansiyon ve hostellerin manzaraya eklenmesi kaçınılmaz.
Onun hemen ilerisi ise kale ve kaplıcaların olduğu bölge. Kale sol koldaki tepeciğin üzerinde. Hemen nehrin karşısında, Kraliçe Tamara zamanında yapılan Metekhi Katedrali var. Siyasi ve dini otorite yüzyıllardır karşılıklı kesişip duruyorlar. Meydanın sol tarafı tamamen sülfat banyoları tarafından kuşatılmış. Tuğladan örülmüş kubbeli damlardaki bacalardan tüten dumanlar, sokağa efsunlu bir hava katıyor. Deve bağırtan yokuşu ile Botanikuri sokağı sağ tarafta ve adından da anlaşılacağı üzere 1809 yılında fidelik olarak hizmete giren, 1845’te Botanik Bahçesi adıyla vaftiz edilen tepeler, vadiler, dereler ve bunların üzerindeki oyuncak köprüler ve envaı çeşit bitki ve ağaçla dolu bir kent rüyası olarak nitelenebilecek botanik bahçesine gidiyor. Bu mevsim de sırf o bahçenin içinde dolaşmak için bile gidilir Tiflis’e.
Botanik bahçesine giderken sağ kolda, bugün şehrin tek camii olan ve 1864 tarihinde buradaki eski caminin yerine yapılarak hizmete giren, kırmızı tuğladan değişik formdaki Sünni camiini göreceksiniz. Avlabari Köprüsü’nün orada Şah Abbas tarafından yaptırılan bir Şii camii de varmış zamanında, ama 1950’de yıktırılmış.
TÜRKLERİN CADDESİ
Kura Nehri’ne paralel olarak uzanan Agmashenebeli Caddesi kentin en işlek ticari merkezi. Şehirdeki sayıları azımsanamayacak boyutlara ulaşan Türk girişimciler de bu caddeyi mesken tutmuş durumda.
Kent, 1970’lerden sonra büyük bir değişim geçirmiş. Kent kültürüne sahip, varlıklı kesim Tiflis’i terk etmiş. Kalanlar azınlık konumuna düşmüş. Kentte ilk kez Gürcü nüfus baskın hale gelmiş ve bunların çoğu da kırsal kökenliymiş. Kentin yeni zenginleri bunlardan çıkmış doğal olarak. Ortak özellikleri yabancı otomobillere, paraya ve kentin mimari tarihiyle bağdaşmayan yeni moda evlere düşkün olmaları. Elit kesim bunlara “Svan’lar” diyor. Dağlık kesimden gelenleri tanımlamak için icat edilen bu laf entelijansiyanın karşıtı olarak kullanılıyor ve tipik bir Svan fıkrasında şöyle deniyordu: Svan’ın biri internete girmiş, ama çıkamamış. Ya da şu: En iyi Svan köyünde oturan Svan’dır.
Tiflis’te, Alexander Parkın karşısındaki Tori Otel’de zaman gece yarısını çoktan geçti. Camı yarı aralamış, bira ve sigara içerken, kent aidiyeti, üzerine düşünüyordum. Böylece, hiç tanımadığımız bir şehre geldiğimizde neden orada kendimize ait bunca şey bulduğumuz sorusu da şekillenmeye başlıyor. Rustaveli ile arkasındaki sokaklar, görkemli fasad ile sefalet, parlak vitrinlerle varoşlar, kumarhaneler ve kaçak göçmenler, hepsi bir ve aynı bütünün parçaları.
İşte orada duruyorlar, siz istediğiniz kadar gerdirin o yüzü.
HAMURİŞİ VE CEVİZ BAŞ KÖŞEDE
Gürcistan’ın batısında suptropikal bir iklim hüküm sürüyor. Orta kısım kuzeydeki dağlardan inen yer altı sularının bet bereket kattığı bir vaha. Doğusunda ise hayvanların özgürce dolaştığı müthiş stepler var. Ufak bir ülke için büyük bir iklimsel çeşitlilik. Bunlara bir de çeşitli milletlerin getirip orta yere koydukları kendi mutfak kültürlerini ekleyin...
Yoksulun yemeği hamur işidir temel kuralı Kafkasya için de geçerli. Gürcü mutfağında başköşe daima haçapuri’ye ait. Bu çok sayıda çeşidi olan bir tür peynirli pide. Yaygınlık açısından haçapuri’nin bir adım gerisinde hinkali var. Mantı ama taneyle sipariş ediliyor.
Hamur işinden sonra öncelikle üzerinde durulması gerekenler soslar, baharatlar ve ceviz. Gürcülerin cevizle yaşadıkları tutkulu bir aşk ilişkisi olarak tanımlanabilir: Cevizli pancar, cevizli yeşil domates, cevizli pırasa, cevizli kabak, cevizli fasulye, cevizli patlıcan, cevizli ıspanak...
Kafkasya denince insanın aklına öncelikle et ve et yemekleri gelir hep. Oysa Gürcü mutfağında sebzelerin rolü hiç de etlerden aşağı değil. Zaten ister güveçte, ister fırında, ister buğulama olarak pişirilsin hemen bütün et yemeklerinin içinde sebze yer alıyor ve yemeklerin üzeri daima taze otlarla süsleniyor.
520 ÇEŞİT ÜZÜMDEN ŞARAPLAR
Kura Nehri’nin iki yanında ise hangar genişliğinde yeni mekanlar var. Lokantadan çok kapalı bir rodeo alanı gibi. Masalar arasında büyük boşluklar bırakılmış. Kimileri ahşap seperasyonla gizlenerek bir tür locaya dönüştürülmüş. Gürcüler bu localarda yiyip içmeye bayılıyor. Kimi yerlerde ise loca moca da kesmiyor doğrudan ayrı odalar var. Kutsal içecek elbette şarap ve Gürcü kimliğinin belki de en önemli parçası. 1991’de Sovyetler’in çöküşünden sonra Gürcü şarap üreticileri, şaraplarının uluslararası piyasadaki değeri konusundaki acı gerçekle karşılaşmışlar. Bugün en büyük şirket Georgian Wines and Sprits Company (GWS) bir Gürcü-Fransız ortaklığı ve şarapları Hollanda, Amerika ve Rusya’ya dağıtılıyor. Ülkede yetişen 520 çeşit üzüm, Üzüm Enstitüsü’nde incelenip, değerlendiriliyor ve üzüm türlerine ilişkin yeni araştırmalar yapılıyor.
TAMADA’NIN GÖLGESİ
Gürcüler sofra kurmuşsa orada mutlaka bir Tamada vardır. Tamada sofrayı yöneten kişidir. Lafı o açar, ilk kadehi o kaldırır, konuşacaklara o söz verir. Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi Tamada her sofranın en görmüş geçirmiş kişisidir. Eğer masada yabancı ülkeden gelen biri varsa, ilk kadeh daima onun geldiği ülkeyle Gürcü ülkesi arasındaki dostluğun ilelebet payidar olması için kalkar. Bunu anne-babalar, vatan, barış ve nihayet ölen dostlar ve akrabalar için kaldırılan kadehler izler. Kadehlerin her kalkışında erkekler, atlarını dörtnala süren savaşçılar gibi bardağın dibini görmek zorundadır. Kadınlar ise genellikle bir yudum almakla ya da dudaklarını ıslatmakla yetinir. Ölülerden bahsetmek masada bir melakoli havasına yol açar doğal olarak, bunu dağıtmak da Tamada’nın görevidir ve bu kez kadehini hayatın güzelliklerine, dünyanın bütün sabahlarına, tabiatın zenginliklerine, şarabın sonsuzluğuna ve kadın gülümsemesinin ebediliğine kaldırır. Bunu çocuklar yani gelecek nesillerin sağlığı ve mutluluğu için kalkan kadehler izler ki, en önemlisi de budur. Bir Gürcü’nün dediği gibi bu sofralar Gürcüler için psikoterapi yerine geçer.
KRALIN ŞAHİNİ
Tiflis, 5’inci yüzyılda Kral Vahtang Gorgasal’ın av alanıymış. Kral, avlanırken şahinini salmış, ama kuş bir daha geri dönmemiş. Ne de olsa kralın kuşu, her yeri arayıp taramışlar ve sonunda bir sıcak su kaynağının içinde bulmuşlar ölü şahini. Kral kuşunun öldüğü yerde bir kent kurulmasını buyurmuş. Kurulan kentin adı da suyun sıcaklığına izafen, ılık anlamına gelen tbili’den, Tbilisi olmuş.
Eğri Saat Kulesi
Tiflis Kalesi’nin yapılışı kentin tarihindeki önemli anlardan biri. Kapadokya’dan gelip, Hıristiyanlığın yayılmasını sağlayan Rahibe Nino da öyle. Bunlar kentin ilk sıçrama noktaları. Sonrası bir fetihler silsilesi: Bizanslılar, Araplar, Selçuklular, Tatarlar, Moğollar, Osmanlılar, Ruslar... Gürcülerin “şehirlerin anası” dediği Tiflis gerçi orta çağdan bu yana Kafkasya bölgesinin politik merkeziymiş, ama şehirdeki asıl büyük dönüşümün 19’uncu yüzyılda, Rusya’nın egemenliğindeyken gerçekleştiğini söylemek yanlış olmaz. Kentin bugününe damga vuran tarihi binaların çoğu bu dönemde yapılmış, anıtlar dikilmiş, fabrikalar kurulmuş, şehrin ilk işçi mahalleleri peydahlanmış, demiryolu gelmiş ve dünyanın dört bir yanından gezginler..