Gözlere ve kalbe atılan çengel!
Anlatılmaz sıcağıyla bunaltan bir Cumartesi’nin ertesi gününde, içimi serinletecek, serinletmekle kalmayacak huzuru da iliştiriverecek, gözlerime bayram yaptıracak birkaç saat yaşamak istedim veee…
Cıvıl cıvıl çarşısından geçip, Çınaraltı kahvenin olduğu Çengelköy’de buluyorum kendimi. Mahmurluğum bir anda geçiveriyor.
Kaldırım kenarlarında ve manavlarında küçük salatalıklar satılan çarşıdan Çınaraltı’na giden yolda karşıma çıkan eski bir yapı olan fırından birkaç tane simit almamak olmaz tabii.
Arabaların egzoz kokusunu bile bastıran, fırından caddeye doğru yayılan ekmek kokusunu içime çektikten sonra, küçük cama doğru eğilip parayı uzatıyorum. Camın önündeki küçük sepetten, üzeri kahverengi susamlarla süslü, koyu sarı renkteki, güzel kokulu simitlerden alıp, çocuksu bir sevinçle Çınaraltı’na gidiyorum.
Denize karşı oturuyorum. Aaaah bu manzara… Beni benden alıyor her defasında.
Boğaziçi'nin Anadolu yakasında bulunan, Vaniköy ile Beylerbeyi arasında bir ‘çengel’ atarak insanları bir araya getiren bu şirin şehir ‘köy’e her geldiğimde, uçsuz bucaksız bir özgürlük duygusuyla, köklü bir aşinalık duygusu işliyor içime, gözlerim o eşsiz manzaraya değerken.
Bir çay söylüyorum, az önce almış olduğum simitten bir parça koparıp iştahla ağzıma atarken.
Kahve bir anda dolup taşarken güneş, altın bir örtü seriyor Boğaz’a. Bu örtüyü tepeye çıkarak serdikçe, güneşin geldiği ön masalardan kalkanların yerine arka masadakilerin yer değiştirmesini, güneş ve manzarayla dans etmelerini, hoş bir ritüele benzetmekten kendimi alamıyorum.
O sırada arkadaşım geliyor elini sallayarak. Bir çay da ona… “Aaa bunlar, köşedeki fırının simitleri değil mi” diyor, önümdeki simitten bir parça koparıp, yerken. “Evet” diyorum.
Kısa bir sohbet sonrası çaylarımızı yudumlayarak okuduğum gazeteden başımı kaldırıp, gelen garsona kaşarlı menemen, biberli karper siparişimizi verirken güneş tenimi yakıyor ve aynı anda denizden esen rüzgar saçlarımı savuruyor.
Saçlarımı uçuşturan rüzgar, kalbimi de…
Denize bakarken; fonda Boğaz’ın, İstanbul’un ve hayatın bulunduğu tablonun bir parçası gibi görüyorum kendimi o an.
Bir tablo ki… Güneşin yaldızıyla varaklanmış…
Rıhtımdaki sandalların az ilerisinden, soldan sağa geçen küçük motorlar, vapurlar… Yan masaların etrafında koşan çocuklar… Sağ çaprazımda oturan üç kadının hararetli bir şekilde kahve falına bakması… Sandalyeler arasında dolaşan kediler… Motorların geçmesiyle yavaştan hareketlenen küçük dalgaların bir anda beyaz köpükler halinde kıyıya çarparak insanları ıslatması…
Dalgaları rüzgarlar öpüyor, gökte martılar uçuyor, Boğaz şık bir kolye gibi Anadolu’yu Avrupa’ya bağlıyor. Gözüme değen muhteşem manzara içimi ürpertiyor.
Ki bu tablonun, karşı sahilden bakan birini bile alıp çok derinlere götürmemesi işten değil.
Ben de bir ara karşı sahile bakıp, derinlere dalmışken… Düşünceler alıp götürüyor. Beni kendime getiren denizin iyot kokusu oluyor. Sonra da sohbetimize anlam katan kalbimizden çıkan cümleler…
Çengelköy meydanında durup etrafa bakmak, hayran kaldığım o manzarayla bütünleşmek, rüzgarı hissetmek, fırından simit almak ve sahildeki kahvede; çayla, sahanda gelen menemeni yerken koyu bir sohbete dalmak, çok güzelmiş çoookk!
Dalgalarda sesini ve coşkusunu, rüzgarlarda tenini ve tutkusunu, martılarda kalbini ve uçuşunu gördüğünüz sevgiliniz, yüreğinize ‘çengel’ takmamışsa tabii!