Son Güncelleme:
Gökçeada’da: Merhaba hüzün
Geçen hafta başlayan Gökçeada gezisi bu hafta da devam ediyor. Lodosla birlikte geldiğim adayı köy köy dolaştım. Koylarında, dağlarında gezindim. Her yerde karşıma yoğun bir hüzün çıktı. Bir de yalnızlık. Ada sanki tepelerde koşturup duran vahşi koyunlarla keçilere terk edilmiş gibiydi.Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’la birlikte sallantılı bir yolculuktan sonra Gökçeada’ya vardığımızda, lodos ıslık ıslık esmeye başlamıştı. Bir zorbaya benziyordu. Ağaçları, çalıları, otları önünde eğilmeye zorluyordu, eğilmeyenleri ise eğiyordu. Diğer rüzgarlar sinmiş, o gün adanın efesi o olmuştu. Denizi köpürtmüş, gemicileri korkutmuş, bulutları kovalamıştı... Onun öfkesinden kaçan bir küme beyaz bulut, az ötedeki Semadirek adasının yüksek tepelerine tutunmuş, güneşin batmasını bekliyordu. Belki karanlıkla birlikte lodos insafa gelir, göğü, denizi altüst etmekten vazgeçerdi.Otelden çıkıp bir acele Bademli Köyü’ne tırmandık. Köyün ortasında çok yaşlı bir çınar ağacı vardı. Geçmişin tanığı bir ağaç. Bunun gölgesine sığınanlar şimdi kim bilir nerede, ne yapıyordu?.. Dalları kıvrım kıvrım olmuş yaşlı ağaç kimlerin anısını süslüyor, kimlerin rüyasına giriyordu?.. Bademli, gördüğüm ilk adalı köydü. Evlerin bir bölümü yıkılmıştı. Belki de çoğu. Yabani incir ağaçları, temel taşlarının arasından dal budak sarmıştı. İncir ağaçlarının neden yıkıntılarda yaşam aradığına bir türlü akıl sır erdiremedim. Köyün yolları da ağaçları, evleri gibi eskiydi. Ot bürümüş kaldırım taşları da, yaşlı çınar ve yıkık duvarlar gibi geçmişin tanığı idi. Onlar Bademli’nin adının Gliki olduğu günleri -aradan 80 yıl geçmesine rağmen- dün gibi hatırlıyorlardı. Sokaklarda nedense kimsecikler yoktu. Bir zamanlar çocukların koşuşturduğu duvar diplerinde, şimdi şirin, küçük oğlaklar zıplayıp duruyorlardı. Bir tek lodosun yıkık duvarlara çarpan ıslığı duyuluyordu. Köy sus pus olmuştu.Bademli, adanın balkonu gibiydi. Bir bakışta denizi, karşı tepelerdeki köyleri, ilçe merkezini, havaalanını, köpüklü denizi görmek mümkündü. Ama tüm tepeler gibi rüzgarlıydı. Poyraz, lodos, keşişleme, gün batısı ve diğerleri burada buluşup, dört bir yana dağılıp gidiyorlardı. Bu yüzden Bademli’nin esintisi meşhurdu.Bir yıkık duvardan atlayınca karşıma Panagia Kilisesi çıkıverdi. 1838’de yapıldığı belirtilen kilise, köyün ayakta kalmayı başarmış -onarıldığı için- ender binalarından biriydi. Köyü dolaştıkça içime hüzün çöreklendi. Kendimi birden bir yalnızlığın ortasında buldum. Ürktüm... Birileri, ‘Gökçeada’da günbatımında güneş altından bir tepsiye dönüşür’ demişti. Zeki ile bir süre güneşin batımını en iyi nereden seyredebileceğimizi tartıştık. Sonunda Yukarı Kaleköy’de karar kıldık. Tepenin ucunda, denize hakim bir konumdaki Yakamoz adlı pansiyon-restoranın terasında yerimizi aldık. Güneş gerçekten de altın bir tepsiye dönüştü. Yavaş yavaş denize dokundu. Tam o sırada Semadirek adasının zirvesine sığınmış beyaz bulutlara baktım. Renklerinin eflatuna dönüştüğünü gördüm. Güneş gökyüzünü boyaya boyaya denizin içinde kayboldu. Ertesi sabah erkenden odamın balkonuna çıkınca tüm hevesim kaçtı. Korktuğum başıma gelmişti. Lodos, lodosluğunu yapmış, tüm bulutları adanın üstüne toplamıştı. Yola çıktığımızda gri ve çisentili bir hava hakimdi. Önce Türkiye’nin ilk su altı parkını gezmek istedim. Yıldızkoy’dan Yelkenkaya’ya kadar uzanan parkta deniz çayırlarının, Akdeniz fokunun, yunusların, ispermeç balinasının, deniz kaplumbağasının koruma altına alındığını okumuştum. Karadan yol bulamadığımız için ne yazık ki bu parka ulaşamadık. Zeki, direksiyonu adayı çepeçevre dolaşan yola doğru kırdı. Kıvrım kıvrım giden yolda bizden başka kimsecikler yoktu. Başıboş koyun ve keçiler arabayı görünce bir telaş tepelere doğru kaçıyorlardı. Hepsinin yanında ya bir oğlak ya bir kuzu vardı. Her taraf bu vahşi koyun ve keçilerle doluydu. Bunların nasıl yakalandığına, yünlerinin nasıl kırpıldığına, sütlerinin nasıl sağıldığına akıl erdiremedim.YENİ YAPILAN KÖYLERÖnce Eşelek Köyü’nün önünden geçtik. Tek tip iki katlı binalardan oluşan Eşelek’e, köyleri baraj suları altında kalan Biga’nın Aydınlık Köyü sakinleri yerleştirilmişti. Gökçeada’nın tüm köylerinde olduğu gibi burada da bir kimsesizlik vardı. Köyün önünden geçip Aydıncık (Kefaloz) koyuna indik. Niyetimiz Kaşkaval Burnu’ndaki Peynir Kayaları’nı seyretmekti. Kayalar gerçekten de üst üste dizilmiş peynir tekerlerini andırıyordu. Tuz gölünün yanından dönüp, kıyı kıyı ilerlemeye başladık. Kıyı kıyı dediysem denizin kenarından gittiğimiz anlaşılmasın. Gökçeada düzlüğü az, yükseltisi fazla bir ada. Tıpkı Girit gibi... Onun için yol bir tırmanıyor, bir iniyor ama hep denizi takip ediyordu. Zeki keklik meralarını göstermek için papatyalarla kaplı bir düzlükte durdu. Dışarı çıkar çıkmaz yoğun bir kekik kokusu burun deliklerime doluştu. Bütün doğa buram buram kekik kokuyordu. Demek gördüğüm vahşi koyunlar, kuzular, keçiler ve oğlaklar kekik otluyorlardı. Bir an ağzımın sulandığını hissettim.Zeki benim ‘vahşi’ düşüncelerimden habersiz keklik maceralarını anlatıyordu. Benim düşlerimde ise kekik kokulu pirzolalar, incikler, çoban kavurmalar uçuşup duruyordu. Eski cezaevinin terk edilmiş binalarının önünden geçip Şirinköy’e vardık. Burası da sonradan yapılan diğer köyler gibi tek tip evlerden oluşmuştu. Sokaklarında kimsecikler yoktu. Pencerelerde perde olmasa, burada kimsenin yaşamadığına yemin edebilirdim. Şirinköy’ü bu haliyle bir korku filmi platosuna benzettim. Şirinköy bana şirin gelmedi.HÜZÜN VE YALNIZLIKKöy’ü bir acele terk edip sahile indik. Ama deniz kıyısına ulaşamadık. Çünkü güzelim koylara Köy Hizmetleri, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı’nın personeli için ‘eğitim’ tesisleri yapılmıştı. Kapalı kapılardan kös kös geri döndük. Karadenizlilerin yerleştiği Uğurlu Köyü nispeten daha canlıydı. Sokaklarında tek tük de olsa gezinen insanlar vardı. Uğurlu ile birlikte sonradan yapılma köyler sona erdi, yol tekrar iç kesime doğru döndü. Tepelere doğru tırmandıkça muhteşem göl manzaralarıyla karşılaşıyordum. Bir adada bu kadar göl ve gölet olması tuhafıma gidiyordu. Dönüşümde işin aslını öğrendim. Gökçeada meğerse tatlı su kaynaklarının çokluğu bakımından dünyanın 4’üncü adasıymış. Onun için çeşmelerinden gürül gürül sular akarmış. Bir virajdan sonra, yüksekçe bir tepenin ortasında kurulmuş olan Dereköy (Şinudi) görüntüye girdi. İlk bakışta Fethiye’deki Kayaköy’ü andırıyordu. Büyük bir köydü. Köyün girişindeki Aya Marina Kilisesi’nden kadınlı erkekli bir grup çıkıp, köye doğru tırmanmaya başladılar. Bunlar atalarının köyünü görmeye gelmiş Yunanlılardı. Öyle söylediler. Biz de onlara takıldık. Bütün Rum köyleri gibi burası da yıkık döküktü. Çürümüş kapıların üstündeki paslı asma kilitler hálá kilitliydi. Dereköy 1960 yılına kadar 1959 hane ile Türkiye’nin en büyük köylerinden biriymiş. O zamanlar iki sineması, 9 tavernası, onlarca dükkanı varmış. Şimdi hiçbiri yoktu. 30 civarında yaşlı Rum bir o kadar da Türk, yıkıntılar arasında yaşamlarını -yaşam denirse- sürdürmeye çalışıyorlardı. Köydeki her taşa, her sokağa, her eve yoğun bir hüzün sinmişti. Kazınıp çıkarılması imkansız bir hüzün ve yalnızlık... Dimitri’nin kahvesinde otururken, Dereköy’ü uzaklarda bir yerlerde birilerinin özlediğini, düşlerinde gördüğünü düşündüm. Başka bir tepenin üstünde kurulmuş olan Tepeköy’ü (Agridia) görünceye kadar Zeki ile hiç konuşmadık. Onun ne düşündüğünü bilmiyordum ama benim düşüncelerime bir hüzün çöreklenmişti. Tepeköy’ün adanın en bakımlı köylerinden biri olduğu ilk bakışta belli oluyordu. Birçok ev onarılmış, bir o kadarı da onarılıyordu. Arabayı 200 yıllık Hagios Haralambos Kilisesi’nin yakınına park edip, meydana doğru yürüdük. Niyetimiz Baba Yorgo’nun meyhanesinde bir iki bardak ev yapımı taze şarap içmekti. Ama hevesimiz kursağımızda kaldı. Baba Yorgo mevsimi henüz açmamıştı. Kahvede sohbet ettiğimiz köylüler buranın esas 15 Ağustos’ta canlandığını, o tarihte düzenlenen Meryem Ana Panayırı ve sinema festivali nedeniyle Yunanistan’dan ve Türkiye’nin birçok yerinden binlerce ziyaretçinin geldiğini söylediler. Bir hafta vur oynasın, çal patlasın... Hepsi o kadar. Sonra yine sessizlik ve yine hüzün. Tepeköy’ü sevdim. Çünkü Gökçeada’nın en canlı köyü burasıydı.Ada turunun son durağında Zeytinli Köyü (Aya Todori) vardı. Arabayı köyün girişinde bırakıp, daracık sokaklarda fotoğraf çeke çeke meydana geldik. Küçük meydanda üç kahve vardı. Madamın kahvesi kapalıydı. Madam kendi elleriyle kavurup dibekte çektiği kahvesiyle ünlenmişti. O öldükten sonra yaşlı kocası onun ününü sürdürmeye çalışıyordu. Biz önce Orhan Bey’in kahvesine girdik. Kimsecikler yoktu. Duvarlardaki fotoğraflara ve notlara bakılırsa, burası gençlerin tercih ettiği bir kahveydi. Orhan Bey’in yaptığı dibek kahvesi gerçekten lezzetliydi. Kahveyi bitirdikten sonra köyün sokaklarını arşınlamayı sürdürdük. Karşımıza Zeydali adlı şirin bir motel çıktı. Bu yıkık döküklüğün arasında bir vahayı andırıyordu. Ama o da kapısına koca bir kilit asmış mevsimi bekliyordu.Gezimiz bitince bu kez Beşiktaşlı Hristo’nun kahvesinde yorgunluk attık. Fener Rum Patriği’nin evinin altındaki bu kahvenin bütün duvarları Beşiktaş posterleri ile donatılmıştı. Kahvede bizden başka üç kişi daha vardı. Kimse kimseyle konuşmuyordu. Hepsi gözlerini duvara dikmiş düşünüyorlardı. Adalılık böyle bir şey olmalıydı. Acele etmeyeceksin ve hep düşüneceksin!.. Hristo’nun kahvesi kadar tatlıları da meşhurmuş. Bavaruaz, krem karamel ve sakızlı muhallebi. Kendisi yapıyormuş. Zeki dayanamadı iki tane krem karameli bir acele mideye indiriverdi.SÖZÜN ÖZÜAkşamüstüne doğru Kaleköy’e geri döndük. Sahilde kısa bir yürüyüş yapıp izlenimlerimizi değiş tokuş ettik. Bu güzelim adanın neden bir kenara itildiğini anlamaya çalıştık. Buranın diğer Ege adaları gibi şen şakrak olması için neler yapılması gerektiğini tartıştık. Sonra, ada kuzularının lezzetli etlerinden oluşan akşam yemeği için hazırlığa başladık.Gökçeada izlenimlerimi toparlayacak olursam: Adaya mutlaka arabanızla -veya bisikletinizle- gidin. Yoksa taksi parası vermekten imanınız gevrer.Bizim gibi mevsimsiz bir ayda gitmeyin. Yaz aylarını, özellikle 15 Ağustos’u tercih edin.Lodosu yakın takibe alın. Fırtınada vapur seferlerinin iptal edildiğini unutmayın.Dalış ve olta takımlarınızı yanınıza almayı unutmayın.Deniz kıyısında bir restoranda taze balık, rakı hayallerini pek kurmayın. Böyle restoran bir-iki tane var. Köylerde ise yiyecek içecek pek bir şey yok.Konaklama için önerilerim: Gökçeada Resort Hotel: 286- 887 4442, Kale Motel: 286- 887 3438, Zeydali Motel: 286- 887 3233