GeriSeyahat Gezgin
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Gezgin

Gezgin



Mehmet YAŞİN

Ringa balığının peşinde

Bu hafta size bir gezi yazısı yerine bir macera yazısı sunacağım. Kuzey Buz Denizi'nde İzlandalı balıkçılarla çıktığım ringa avını anlatacağım. Bir yandan ürpertici bir deniz, bir yandan nefes kesen kutup soğuğu. Korkularım, pişmanlıklarım ve duyduğum sonsuz mutluluk. Bilmem bu kişisel macera hoşunuza gidecek mi?

Bir yandan teknenin sallantısı, diğer yandan bir akşam öncesinden fazla kaçan içki. Başım adeta kazan gibiydi. Kuzey Buz Denizi'nin koyu lacivert sularına baktıkça, tekneye bindiğime pişman oluyordum ama iş işten geçmişti. Balığı bulmadan karaya dönmeyeceğimize göre, sürülerin görünmesi için dua etmekten başka yapacak bir şeyim yoktu.

Her şey fiyortta düzenlenen, ringa balığı ziyafetiyle başlamıştı. İzlanda'nın en kuzeyinde, bir fiyordun kıyısındaki Eskifjördür adlı balıkçı köyünde rastladığım Kemal ile Gökhan adlı Türk balıkçılar, ringaları mangalın üstüne dizmişler, yanında da evde damıttıkları sarımtırak rakıyı ikram etmişlerdi. Kokuyu duyan kızlı erkekli diğer balıkçılar da partiye katılınca ip kopmuştu.

Kaptan köşkünün buğulu penceresinden, kaba dalgalı lacivert denize bakarak bir gece önce olanları hatırlamaya çalışıyordum... Yemekte, ringa avına beni de götürmek için epey ısrar etmişlerdi. Ben ise, küçücük tekne ile ucu bucağı görünmeyen bu denize açılmaktan korktuğumu açık açık söylemiştim. Hatta denizin çalkantısına, midemin dayanamayacağını da belirtmiştim. Ama su katılınca sarı renge dönüşen rakıyı, birbiri ardına yuvarlayınca tüm korkularımdan sıyrılmıştım. Hele menekşe gözlü, uzun boylu balıkçı kızlar da ısrarcı olunca, 'peki gelirim' demekten başka seçeneğim kalmamıştı.

Keşke demez olsaydım...

KÜLOTLU ÇORAP

Biraz ayılmak için kaptan köşkünden dışarı çıktım. Rengi konusunda karar veremediğim deniz, hiçbir görüntüyü yansıtmayan siyah bir aynaya benziyordu. Islak serinlik, üstümdeki giysi katmanlarını delip geçiyor, adeta kemiklerimi donduruyordu. Balıkçılar, altıma giymem için naylon külotlu çorap vermişlerdi. Onlara göre bu çorap, kutup soğuklarına karşı birebirdi. Ama bende işe yaramamıştı. Kutuplardan, buzulların soğuğunu yüklenerek kopup gelen rüzgar, değdiği yeri bıçak gibi kesiyordu.

Dünyanın ilk yaratıldığı gündeki gibi tertemiz olan hava, tuzlu bir soluk gibi doluyordu içime. Dışarıda beş dakika durmam, her tarafımı uyuşturmuş ama aynı zamanda da ayıltmıştı. Kemal'in uyarmasıyla tekrar kaptan köşküne çekildim. Tayfalar, köşedeki küçük televizyonun başına toplanmış, DVD'den İzlandalı ünlü şarkıcı Björk'ün ödüllü filmi 'Karanlıkta Dans'ı seyrediyorlardı. Bir süre tayfalara baktım; uzun boylu, kaba saba bir yabanlıkla nazlı bir çocuk karışımındaydılar. Bana da aralarında yer açtılar ama filme bir türlü konsantre olamadım.

Radarın başında, denizin dibini tarayan kaptanın yanına gittim. Matarasından viski doldurduğu küçük bardağı bana uzattı, 'iyi gelir' dedi. Yanında da meze olarak, galeta benzeri bir iki kurutulmuş balık verdi. Bir dikişte içkiyi bitirdim. Boğazımda ve midemde meydana gelen yangını söndürmek için de kurutulmuş balığı ağzıma tıktım. Kaptan bir yandan içkileri tazeliyor bir yandan da anlatıyordu: 'Ringa, karanlıktan korkar. Onun için geceyi bekleyeceğiz. İzlanda'da hiçbir balıkçı mehtaplı gecelerde ava çıkmaz. Çünkü ay ışığı, su yüzeyinde güneş gibi yansır, bu nedenle balık toplanmaz, dağınık yüzer...'

GERÇEK VE DÜŞ

Havanın kararmasına daha bir-iki saat vardı. İçtiğim viski iyi gelmişti. Biraz canlanmıştım. Arka taraftaki yemekhaneye geçtim. Camın buğusunu silip, etrafı seyretmeye başladım. Sert rüzgar, gökyüzündeki siyah bulut kümelerini topluyor, uzatıyor, geriyor, şekilden şekile sokuyordu. Herşeyi üşüten soğuk bir soluk gibi esip duruyordu.

Uzak denizlerde balığa çıkmak yıllardan beri düşlerimi süslerdi. Ama sallantı, soğuk rüzgar, denizden gelen ürpertici gürültüler ve biraz kuzeydeki kutup buzullarını döven, koyu lacivert denizin görüntüsü, gerçeğin düşlerimdeki balık avı kadar romantik olmadığını kanıtlar gibiydi. Örneğin düşlerimde hiç üşümüyordum. Nedense, deniz hep çarşaf gibiydi. Güneş her zaman tepedeydi. En önemlisi batmak, boğulmak gibi korkuların hiçbiri yoktu. Şimdi gerçek balık avının tam ortasındaydım ve bir yandan üşüyor bir yandan da korkuyordum.

Solgun güneş, uzaklarda bir yerde görüntüden çekildi. Önce deniz karardı. Aydınlık, gökyüzünde bir süre daha kaldı. Sonra, gece denizden yükselip, aydınlığın etrafını kuşattı. Onu yavaş yavaş kararttı. Kısa bir süre sonra herşey kapkara kesildi... Sanki sonsuz bir akşam başlamıştı.

Karanlıkla birlikte tayfalar koşuşturmaya başladı. Teknenin yanındaki projektörler yandı. Kaptan 'tamam..' diye bağırınca ağlar kıç taraftan denize salındı. Küçük bir motor, dalgaların üstünde ceviz kabuğu gibi ine-çıka ağların iki ucunu birleştirip tekrar tekneye döndü. Kaptan bir süre sonra bu kez 'çekin...' diye bağırdı. Irgat, inleye inleye çelik halatı toplamaya başladı. Yarım saat sonra içi ringa dolu dev file tekneye çekildi. Ambarın ağzında, halatlar gevşetildi. Balıklar soğuk depoya doğru aktı gitti.

RİNGA ÇAPARİSİ

Bir yandan ağdan dışarı fırlayan balıkları bir kovaya dolduran Gökhan, diğer yandan da beni aydınlatmaya çalışıyordu: 'Balıklar ışığı görünce teknenin altına toplanırlar. Biz de hemen ağları çevirip, onları toplarız...' Daha sonra bana bir çapari irisi uzatıp, 'sen de baş taraftan akşam yemeği için çekiver...'dedi.

Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Tuzlu suyla yıkanan soğuk rüzgar şiddetini giderek artırıyordu. Yanıma bir kova alıp baş tarafa geçtim. Belime doladığım iple kendimi bir halkaya sıkıca bağladım. Sonra çapariyi karanlık denize salladım. Gökhan ringa çaparisinin tekniğini anlatmamıştı. Ben de Boğaz'da istavrit tutarken yaptıklarımın aynısını yaptım; Oltayı şöyle bir-iki kez çevirdikten sonra olabildiğince uzağa fırlatıp, sonra yavaş yavaş çekiyordum.

Birden misina ağırlaştı. Çektikçe ağırlık daha da arttı. Zorlanmaya başladım. Oltayı yukarı aldığımda dört tane iri ringa kıvrım kıvrım iğnelerden kurtulmaya çalışıyorlardı. Çapariyi tekrar denize attım. Çok hoşuma gitmişti. Ne şiddetlenen rüzgar, ne de dalgalar artık umurumdaydı. Çaparinin iğnelerine takılacak ringalardan başka bir şey düşünmüyordum artık. Dünyanın çok uzak bir noktasında, dev dalgaların arasında bütün telaşlarımdan sıyrılmış, misinanın ağırlaşmasını bekliyordum.

Gökhan omuzuma dokunup, 'hadi yeter artık' deyinceye kadar çapariyi salladım durdum. Elimde balık dolu kovayla yemekhaneden içeri girerken, önemli zafer kazanmış bir komutan edasını takınmıştım.

ZAFER SARHOŞLUĞU

Akşam yemeği için tayfalara 'ringa buğulama' sözü vermiştim. Çünkü onların, haşlayıp üstüne tereyağı sürdükleri ringa yemeğinden nefret ediyordum. Mürettabat dışarıda balıkları istiflerken, ben de yemek yapmaya koyuldum. Herkes masanın etrafına oturunca, üstü folyo kaplı tepsiyi fırından çıkardım. Meraklı bakışlar altında folyoyu açtım. İçeriyi birden buhar ve iştah açıcı bir koku kapladı. Kısa bir sessizlikten sonra 'hurraaa' sesleri arasında balık pay edildi.. Daha doğrusu yağmalandı.

Beyaz şarap dolu kadehler, benim şerefime kalkıyordu. Zafer sarhoşluğu içindeydim... O an dünyada hiçbir başarının, beni bu kadar mutlu edeceğini sanmıyordum... Yıllardan beri peşinden koştuğum mutluluğu, Kuzey Buz Denizi'nin üstünde yalpalayıp duran balıkçı teknesinin yemekhanesinde, ringa avcılarının yanında bulmuştum. Onların şen ve kaba kahkahalarını dinlerken, bir çok şeyin ne kadar anlamsız olduğunu düşündüm.

Yemekten sonra güverteye çıktım. İçki, mide bulantısına karşı aldığım ilaç, sallantı, rüzgar, denizden mi yoksa gökyüzünden mi geldiği belli olmayan gürültüler, sarhoşa çevirmişti beni.

Tayfalar tekrar ağ çevirmeye başladıklarında, ben de yemekhanedeki yatağıma uzandım. Balık kokusu yerini, denizle karışık yağlı madeni bir kokuya bırakmıştı. Dalgaların sesi, denizin yürek vuruşlarını anımsatıyordu. Özlemlerimi düşündüm... Hangi belirsiz yurda, hangi kıyıya, hangi limana, hangi gemiye, hangi kentte duyduğum özlemleri...

CD çalarımdan yükselen Leslie Carol'un kadife sesini ninni yapıp uykuya daldım.

DENİZE TEŞEKKÜR

Uyandığımda gri bir aydınlık, yağmur ve sert sert esen rüzgar vardı. Kalkıp kaptan köşküne gittim. Koyu bir kahveyle kendime geldim. Hava çok kötüydü. Dalgalar, aralarında boşluklar, çukurlar oluşturarak yükseliyordu. Tekne, lunaparklardaki inişli-çıkışlı raylar üstünde yükselip alçalan vagonlara benziyordu. Korkmaya başladım. Etrafıma baktım. Hayatları boyu sallanıp durmuş balıkçıların yüzünde hiçbir korku izi yoktu. Aksine gülümsüyorlardı. İyi bir av olmuş, ambarlar tıka basa ringa ile dolmuştu. Köy uzaktan görününce, kaptan düdüğün ipini iki kere çekti. Çoluklu çocuklu bütün köy iskeleye toplanmıştı. Seferden dönen tekneyi böylesine şenlikle karşılamak adettenmiş. Tekneyi geri gönderdiği için, denize teşekkür ederlermiş.

Denizciler ringaları fabrikaya taşırken, ben de bavulumu toplamaya gittim. Yeni bir gidiş için yine dönmem gerekiyordu.

Dünyanın uzak bir ucunda ufacık, sıradan, basit şeylerden mutlu olmayı bir kez daha becerebilmiştim. Tıpkı Alaska'da kartallara bakarken, tıpkı Patagonya düzlüklerinde sığır çobanları ile konuşurken, tıpkı Atacama Çölü'nde bir yudum soğuk su içerken yaşadığım doyumsuz mutluluklar gibi.

Işık çekiyor

Gökhan beni aydınlatmaya çalışıyor: ‘‘Balıklar ışığı görünce teknenin altına toplanırlar. Biz de hemen ağları çevirip onları toplarız.’’ Bana da bir çapari irisi uzatıp ‘‘Baş taraftan akşam yemeği için çekiver’’ dedi.

Dev file

Kaptan ‘‘çekin’’ diye bağırdı. Irgat inleye inleye çelik halatı toplamaya başladı. Yarım saat sonra içi ringa dolu dev file tekneye çekildi. Ambarın ağzında halatlar gevşetildi. Balıklar soğuk depoya aktı gitti.

False