Yüksel GÖK / yuksel@seyahatengelimyok.com
Yürüyebilmek Özgürlüktür!
Bir rivayete göre, İspanya ve dünyadaki tüm şehirlere uzaklıklar Güneş Kapısı anlamına gelen Sol Meydanında bulunan “0” noktasından hesaplanırmış. İşte, şu an o “0” noktasındayım.
Madrid’in göbeğindeki Sol Meydanında, onca kalabalığın ortasındayım. Heyecanlıyım. “Nereye, nasıl gitmeliyim?” diyorum kendi kendime. Vücudum koca meydanda bir mıknatıs. Plaza Mayor, Retiro Park, Gran Via, Plaza de Cibeles, Plaza de Espana ve Debod tapınağı… Her bir cadde, yapı, bina, sokak var gücüyle toplu iğne misali, o mıknatısa doğru koşuyor.
Önce beni gör, beni duy, beni hisset diyor. Vücudum, uykusuzluktan ve hava yolunun önüme altın tepsi ile sunduğu (!) sorunlu yolculuktan değil ama bu heyecandan yorgun düşüyor. Toplu iğnelerin acıtmayan ama uyandıran dokunuşlarıyla kendime geliyorum. Her bir uyanış beni yeni bir cennetin içine düşürüyor.
Plaza de Espana’ya doğru yola çıkıyorum. Hep masallardan dinlediğim Don Kişot’un sanki kendisini görecekmişim kadar heyecanlıyım. Gran Via caddesinin çıkış noktasına doğru ilerliyorum. Gittiğim yoldan emin olmak için yolda bir iki kişiye adres soruyorum. Israrla yürüyeceğim yolu tarif etmek yerine metro istasyonunu gösteriyorlar. Sonra, kaç durak gideceğimi. Onlara: Yürüyebilmek özgürlüktür, ben bu yolları yürüyebilmek için ne bedeller ödedim biliyor musunuz?
20 yılda 14 ameliyat. Her ameliyatta en az altışar ay sırt üstü yattım. Yatmaktan sırtımda yaralar çıktı. Ameliyatlı bacağımda, ağrılar öyle şiddetliydi ki, bazen onu bedenimden söküp atmak istedim. O yatış süresince beş ya da altı kere ağrım olmadan, derin uykuya dalabildim. O zaman da, rüyalarım devreye girerdi. Rüyamda bacağımdaki kemikler düzleşsin diye, içine koyulan demirler sağlı sollu vidalanmış olsa da, kollarım kanadım olur, beni dağ bayır gezdirirdi. Sonra annemin işten eve gelmesine yakın bir vakit, tekrar kanatlanıp eve uçardım.
Akşam yemeğine yetişmem gerekiyordu çünkü. Ah o sabah ezanları yok muydu? Rüyamın en güzel anlarında, evin dibindeki o camilerden yükselen ezan sesleriyle bir de bacağımdaki o tarif edilemez ağrılarla uyanırdım ki, ne büyük bir hayal kırıklığı yaşardım. Bacağımda buz gibi soğuk bir demir parçası. Sanki vücudumun ayrılmaz bir bütünü gibi. İste şimdi, ne o ağrılar var ne de o çirkin demir parçaları ve ben yürümek istiyorum. Bunu anlatacak kadar kaybedecek zamanım yok. Ne ben anlatabilirim ne de metro duraklarını gösterenler anlayabilir. Yoluma devam ediyorum. Hem de yürüyerek..
Plaza de Espana da, Don Kişot heykeli ile uzun süren bir oynaşma. Masallar gerçeğe dönüşmüş gibi. Parkın içinde epey bir dolanıyorum. Gözümden kaçan bir yer var mı? Ya da ayak basmadığım bir alan. Hiçbir şey eksik kalsın istemiyorum. Vakit uzaktan izleme ya da hayal etme vakti değil. Hayali gerçekleştirme ve keyfini çıkartma vaktidir. Aynen uyguluyorum.
Plaza de Espana da Don Kişot heykelini arkanıza aldığınızda sağ taraftaki yol Debod Tapınağına sol taraftaki ise Palacio Real Sarayına gider. “Hangisine önce gitsem acaba. Yoksa bu günlük bu kadar yürüyüş yeterli mi?” diyorum ama sonra kendimle çelişkiye girdiğimi fark ediyorum. Yetmiyor işte. Yürüyebilmenin keyfini, sonsuza dek sürdürmek istercesine sağ tarafa çoktan yöneldim bile.
Karşımda Debod Tapınağı. Madrid’de gördüğüm yapılardan farklı. Sanki uçsuz bucaksız okyanuslarda, bir başına kalmış minik bir tekne. Birkaç dakika daha bakıyorum, doğduğu yerde olmasa da, doyduğu yerde dimdik ayakta duran ketum güzel bir kadın gibi, inanılmaz bir his uyandırıyor. Elimden gelse o ketum kadını konuşturabilsem, kim bilir neler anlatacak bana. Madrid gezimde en çok etkilendiğim yapı diyebilirim. Yürümeye devam ediyorum.
Palacio Real’deyim. İnanılmaz, büyüleyici. Hele o klasik müzik sesi. Bir insan daha ne isteyebilir ki? Adımlarımı o kadar küçük atıyorum ki, basmadığım yer kalmasın, kalmasın ki o 20 yılın acısı bir nebze olsa azalsın diyorum. Bir an yorgunluktan bayılacağımı düşünüp hemen Sebatini Bahçelerine iniyorum. Tepemde kızgın güneş. Bahçede ağaçların verdiği serinlik ilaç gibi geliyor. Aslında bir saat dinlensem ne iyi olacak ama yapamıyorum.
Geziye kaldığım yerden, kendimi çok iyi hissetmesem de devam ediyorum. Vücudumda bir gariplik var ama ne olduğunu anlayamıyorum. Yorgunluktan farklı bir gariplik. Bu yorgunluğu hissettiğim de neredeyse aralıksız beş saat yürümüşüm. Ayaklarım arkamdan söylene söylene kendimi otele nasıl attım hatırlamıyorum.
Madrid çok ama çok sıcak. Otelden sabah saatlerinde dışarı çıktığımda sıcaklık 39 dereceyi gösteriyordu. Umursamadan kendimi sokaklara attım. Cibele Sarayına vardığımda epey bir yorulduğumu fark ettim. Asansörü kullanarak saray içerisinde tüm katları aheste aheste dolandım. Ne muazzam bir yapı, özellikle tavanlarına bayıldım. Bazı yapılar hayallerimin ötesinde bir yerde konumlanıyor. İşte onlardan biri Cibele. Bu aheste gezmelerden sonra Retiro Park’a doğru ilerledim.
Parkın girişinde kafamı kaldırıp otobüs durağına baktığımda sıcaklık 42 dereceyi gösteriyordu. Hızlıca ilerleyip parkın içindeki yapay gölün etrafındaki cafelerden birinde dinlendim. Sonra tekrar Cibele Sarayının önünden aşağı doğru Prado Müzesine doğru yürümeye devam ettim. Yürümek hep yürümek istiyorum. İnsan bu kadar rahat bir şehirde yürümez de ne yapar ki. Metroyu ya da başka bir ulaşım aracını kullanmak aklıma bile gelmiyor.
Prado Müzesindeyim. Bilet kuyruğu mu o. Dakikalarca bekleyip biletimi aldıktan sonra müzeye girebildim. Tam telefonumun kamerasını açmak istediğimde dünkü gibi yine vücudumda bir gariplik hissettim. Ellerimde istem dışı bir kas hareketiyle telefon elimden düştü. Hızlıca toparlanıp telefonumu yerden aldım. Müze gezim biraz keyifsiz ama güzeldi işte. Yorgun bir şekilde otelime doğru ilerliyorum. Sıcaktan o kadar bunaldım ki adımlarım artık yürüme işini abarttığımın sinyallerini çoktan vermişti bile.
Sokak sokak tüm Madrid’i yürüyerek gezdiğimi söyleyebilirim. İnanılmaz yorgunum. Garip bir halsizlik ama içimde bitip tükenmek bilmeyen yürüme isteği. Orta Avrupa şehirlerini en çok yürümeye rahat oldukları için bir de binaların tepelerindeki heykellerden dolayı seviyorum. Hele o tepedeki melek heykelleri var ya işte onlara bayılıyorum. Madrid bu binalardan, Roma kadar olmazsa da, çokça vardı.
Size yüreğim ve bedenimin çok iyi iki arkadaş olduğunu söylemiş miydim? İyi arkadaşlar ama aralarında rekabette de yok değil hani. Yorulduğum ya da beni aşan bir seyahat olduğu zaman tıpkı Madrid’deki akıl almaz uzun yürüyüşlerimde olduğu gibi. O zaman bedenim hemen sinyal verir. Ben biraz halsizleşirim, acabalar kafamda uçuşur. İşte o zaman araya yüreğim girer.
Ve bana seslenmeye başlar; “Sen zaten yürümek, gezmek, görmek için gelmedin mi? diyor. Bedenimden cevap gecikmez; “Evet ama yoruldun ayaklar şiş, tepede güneş. Biraz dinlen tekrar devam ederiz” diyor. Bedenim yüreğime hep muhalefet biliyorum, ama yürek bu işte. Üstesinden gelmesini biliyor. Yine kazanan o oluyor. Bedenim de çok haksız sayılmaz. Ayaklarım iyice şişti. Güneş kendini iyiden iyiye hissettirdi. Zorlanmaya başladığımı hissediyorum ama yüreğim kulağıma usulca fısıldıyor; “Teslim ol ama esir olma.”
Yolda bir ara deprem olduğunu sanıyorum. Zemin ayaklarımın altında kayıyor. Bacaklarım beni taşımakta güçlük çekiyor. Madrid’de görmem gereken belli başlı yerler dışında, girdiğim çıktığım sokakları, caddeleri, caddedeki mağazaları, dükkânları, kafeleri saymıyorum bile. Otele kapısında girdiğim anda öyle şiddetli bir deprem oluyor ki, zemin beşik misali sallanıyor, ayağımın altından kayıyor. Gördüğüm karşı duvar, iri kıyım bir insan kuvvetiyle omzuma öyle bir vuruyor ki, önce bacaklarım dizlerimden kırılırcasına iki büklüm oluyor. Ağır vücudumu taşıyamaz bir halde yere savruluyorum.
Sırtımdaki çanta sayesinde başımı yere vurmaktan kurtuluyorum. Gözlerimi açıp kendime geldiğimde ne deprem var ne de beni iten güçlü bir insan. Sadece küçük bir güneş çarpmasına maruz kalmışım(!). O an bile aklıma gelen tek şey; “Ben buradan Lizbon’a nasıl gideceğim ve havada asılı gördüğüm bir çift bacağı görebilecek miyim? oluyor. Otelin terasından çok uzaklarda gördüğüm asılı şeyin bacak olduğuna yemin edebilirim. Bakın işte orada.
İşte yürüme sevdası olmak, keşfetme hissi böyle bir şey. Ne bacağınızdaki demir parçaları ne de güneş çarpması. Yaşamaya engel değil. Bana neden gezmeyi bu kadar sevdiğimi soran arkadaşlarıma söylüyorum “Sokaklar, tozunu yuttuğum sahneler gibi. Ve ben o sahnelerde devleşiyorum. Büyüyorum büyüyorum kocaman ulaşılmaz bir star oluyorum”. Anlıyor musunuz?