Arzu Özen / Instagram: @unitednaturesofarzu
Saçları örgülü kadınların şehri Salzburg
Piyano çalmaya başladığımda, çalmayı öğrendiğim ilk şarkının şehrindeyim... Avusturya’nın sanat eseri Salzburg’da... Enfes lezzetleri dışında öyle değişik şeylerle karşılaştım ki... Ne yapsam bilemedim! İnsanların sokaklarda yürürken klasik müzik mırıldandığı bir yerde... Damağımda eriyen çikolata, kulaklarımda do-re-mi-fa… Zıplaya zıplaya olmasa da, şarkı söyleye söyleye Neşeli Günler (The Sound of Music) filmindeki Maria ve çocukların geçtiği yerlerden geçiyorum heyecanla... Kaç yaş küçüldüm ben böyle bir anda. Do bir külah dondurma, re masmavi bir dere, mi derede bir gemi, fa gemide bir tayfaaa... Mırıldandınız dimiii ;)
Ben böyle şarkı söyleye söyleye gezerken Salzburg’un arnavut kaldırımlı, daracık sokaklı, ferforje tabelalı romantik caddelerinde, Charles’a rastlıyorum bir köşe başında, başlıyoruz birlikte bu şarkıyı söylemeye, ama Türkçe ;) Ben söylüyorum, o bana akordeonuyla eşlik ediyor, Charles neye uğradığını şaşırıyor önce, sonra o da geliyor keyfe... En çok da turistler seviniyor bu işe, Allah’tan alışkınım kameralara poz vermeye ;) Şarkıyı dinlemek hatta eşlik etmek isterseniz buyurun instagrama... @unitednaturesofarzu
Hangi caddede mi tanıştım Charles’la? Şehrin Eski Şehir (Old own) kısmında yer alan Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki Getreidegasse Caddesi’nde... Burası Salzburg’un hep hızlı atan kalbi ve birkaç kilometre uzayan en güzel caddesi. Bu caddede kokoş mağazalar, restoranlar, kafeler, hediyelik eşya dükkânları ve oteller var. Günün her saati kımıl kımıl...
İsmiyle çelişiyor bu saçları örgülü kadınların şehri... Salz, tuz demek, Burg da kale. Tuzdan kale, tuz madenleri ile ünlü bir şehir olduğundan ismi böyle. Bence çikolatadan bir kale. Burnumda hep çikolata kokusu, kulaklarımda hep piyano sesi... Buyurun bakalım minik kahramanla birlikte Salzach nehri kıyısındaki harikalar diyarına...
Dostum, bu şehir gerçekten bir harika! Hem ruhu besliyor müziğiyle ve doğasıyla, hem de çikolatası bir efsane... Marzipanlı var, hindistan cevizli var ki ben en çok hindistan cevizli çikolatayı severim. Bizim genetiğimizde var çikolata aşkı. Bir kuzenim var benim Doğa, çikolata için çocukken yaptığı bir bestesi var. Ben hala canım çikolata çekince söylerim o şarkıyı. Sanki şarkıyı söyleyince çikolata gelecek gibi :) Şimdi şarkıyı yazarsam kızar bana. Karizma kaygısı ;)
Ama insanın başına ne gelirse meraktan geliyor derler ya öyle valla. Güzelim çikolata çeşitlerinin yanında bir de havyarlı çikolatası var, ben illa yeniliğe açık olmalıyım ya hani, denemeden hiçbir şeyi reddetmemeliyim ya prensip olarak, denedim tabi ki. Yok böyle berbat bir tat, insanı çikolatadan soğutur anında, balıklı çikolata, o ne la! Yemeyin sakın, o tadı ağzımdan silmek için herhalde yarım kilo çikolata yemek zorunda kaldım hiç istemeye istemeye ;)
Doğduğu ev ve sonrasında bir süre yaşadığı iki ayrı evi müze haline getirmişler. Doğduğu ev şehrin Eski Şehir (Old Town) kısmında kalan Salzburg’un Unesco Dünya Mirasları listesindeki en ünlü caddesi Getreidegasse’de no 9’da. Sonraları yaşadığı ev ise nehrin diğer tarafında yeni şehir olarak bilinen kısımda. Şehrin bu iki tarafını birbirinden ayıran ise Salzach nehri.
Bir de Mozart Cafe var, turistik, gitmeyin demek istemiyorum aslında ama gitmeyin. Yani ruhu olan birçok kafe varken gidilecek, sıra ona gelir mi bilmiyorum. Kapıdan bir ceee deyip kaçabilirsiniz belki, hani gördüm mü gördüm demek için. Mozart Cafe’nin meşhur bir tatlısı var, olmaz olsun öyle tatlı. Salzburg’un spesiyal tatlısı Nockerl… Bir kere yiyen pişman, yemeyen bence kesinlikle pişman değil.
İçi ılık beyaz yumurta köpük köpük, altında reçel var, üstünde pudra şekeri... Tatlı benden sorulur, güvenin bana, ne tatlılar önereceğim size daha. Yemeyin ama görün bu tatlıyı çünkü tadı kötü ama hikâyesi güzel ;) Üstündeki üç çıkıntı, Salzburg’u çevreleyen üç dağı temsil ediyor. Untersberg, Mönchsberg, Gaisberg... Bu arada kıvrıla kıvrıla yükselen şeklinden dolayı başka bir şeye de benzetebilirsiniz tabi, iyice iştahınız kapanır o zaman, hayal gücünüze sağlık ;)
Ve doğası... Tatlılara bile konu olan dağları... En yükseği Untersberg, 1853 metre. Şehir merkezine 20 dakika uzaklıkta bulunan bir teleferikle çıkılıyor bu dağa. Zirveye vardığınızda birçok trekking rotası var doğaya doyabileceğiniz.
Benim Untersberg’e çıktığım gün çok sisliydi hava, görüş mesafesi burnumun ucuydu neredeyse, çokta doyamadım oralara aslında, kimse de yoktu, zorlu trekking rotalarına kalkışamadım, anladınız işte azcık tırsmaca... Oturdum bekledim ama o gün pek bir nazlıydı doğa.
Efsaneleri sever misiniz bilmem, ben bayılırım, seyahat etmenin en sevdiğim taraflarından biri bu işte, bir dolu hikâye biriktirebilmek. Hikâyeleri o kadar seviyorum ki yaşlanıp çoluğu çocuğu etrafıma toplayıp tonton tonton anlatacağım anı hayal ediyorum hep ;) Untersberg’in de bir efsanesi var. Yüce bir kralın bu dağın altında uyuduğunu söylüyorlar. Bu beyaz sakallı kral taştan bir masanın başında uyuyakalmış. Efsane bu ya, ne zaman ki kralın sakalı yeterince uzar ve masanın etrafında üç tur atacak uzunluğa gelirse ve ne zaman ki kuzgunlar dağın tepesinde dolaşmazsa işte o zaman kral uyanacak, kılıcını alacak ve iyi ile kötü arasındaki son savaşı yapacakmış. Ve savaşı tabi ki iyiler kazanacak ve Lale Devri başlayacakmış.
Untersberg teleferiğine 5-6 dakikalık bir mesafede bir saray var, Hellbrun Sarayı. Sarayda pek bir numara yok bence ama etrafını çevreleyen park efsane. Hava güzel, ben yorgun, kısa bir güzellik uykusu çektim bankta önce. Kendi sarayımın bahçesinde gibi uyudum.
Kaldırımların kenarlarından, hayvan heykellerinin çeşitli uzuvlarından sular çıkıyor altından birileri geçerken. Kaşla göz arası sırılsıklam oluyorsunuz. Bence en bombası yemek masası şakası. Yemek masasının etrafındaki her bir sandalyede su çıkış deliği var, masanın diğer başında rahibin oturduğu sandalye hariç tabi ki... Saygıdan dolayı rahip otururken kimse ayağa kalkamazmış o zamanlar, rahip de muzur tabi ayağa kalkmıyor herkes oturmak zorunda kalsın diye, rahip düğmeye bir basıyor, bütün deliklerden su fışkırıyor... Şakacı şey.
Salzburg’u çevreleyen dağlardan bir diğeri Gaisberg. 1265 metre yükseklikte. Kışın kayak merkezi, bahar aylarında ve yazın trekkingçilerin favorisi. Bir de yamaç paraşütçülerinin... Doğanın içinde kaybolacağınız ve sizi bulutların üstüne çıkaracak trekking rotaları var. Gerçekten bulutların üstüne. İnsanın ayaklarını yalnızca aşk mı yerden keser sanıyorsunuz ;)
Bütün kayak merkezlerinde olduğu gibi burada da dağ konseptli bir kafe-restoran var… Ve tabi ki gulaş çorbası (goulash). E saatlerce yürüdüm, biraz dinlenmeyi ve enerjiyi hak ettim dimi? Gulaş benim için hurma gibi bir şey, nasıl bir hurma atıp çölleri geçiyorlarmış, ben de bir kâse gulaş çakıp dağları...
Dedim ya bu şehir bir sanat eseri çünkü her şey Mozart’la ilgili, her yerde piyano sesi, ağzım kulaklarımda gezerken sokaklarda amanın o da nesi... Salzburg’un meşhur Mozart çikolatasının bir de dev heykelini yapmışlar Kapitelplatz’da, Golden Kugel deniyor, Altın Top. Niye altın dediklerini çikolatayı satın alırken anladım, altın değerinde maşallah ;)
Sohbet ediyoruz şurada tabi ki daldan dala atlayarak anlatacağım. Nasıl geldim Salzburg’a? İstanbul’dan Salzburg’a direk uçuşlar da var ama Viyana-Salzburg arası trenle öyle güzel ki, özellikle de sonbaharda... Kaçar mı kaçmaz tabi ki, o yüzden ben İstanbul’dan Viyana’ya uçtum, uçaktan inip havalimanı otobüsüne biner binmez önce kulaklarınız nereye geldiğini anlıyor, duyduğunuz müzik kulaklarınızdan ruhunuza işliyor, bedeniniz yavaştan dansa başlıyor çünkü sizi bir Vals karşılıyor. Gözlerimi kapatıyorum ve smokinli bir beyefendiyle vals yapıyorum... Kim ben de tanımıyorum.
Sonra havaalanından 14.33 trenine binip Salzburg’a destansı bir yolculuğa çıkıyorum. Ama bakın 14.33 önemli, çünkü daha erken ya da daha geç bir trene binerseniz, güneş siz Salzburg’a varırken Alpler’e batıyor olmayacak, o zaman ne anladık bu tren yolculuğundan... Unutmayın 14.33. Tabi mevsime bağlı bir konu bu, ben ekim sonu saati veriyorum, gitmeden çalışın, Salzburg’a varışınızı gün batımına denk getirin derim.
Trende biletinize bakmaya geldiklerinde soruyorlar ‘sonbaharın hangi rengini alırdınız’ diye. Dedim ben her renk isterim, arsızın önde gideniyim, azla yetinmem, o zaman sizi trenin sol tarafına alalım dediler. Kuruldum sol tarafa, çıkardım gözlük temizleme mendilimi, önce camı bir temizledim, manzaram lekesiz olsun dimi... Sonra hemen bir Melange aldım, isminin havalı olduğuna bakmayın, bildiğiniz sütlü kahve. Aslında ben sütsüz severim diye düşünürken pencereden doğaya daldım.
Viyana-Salzburg arası bu destansı tren yolculuğu 4 saat sürüyor, uykunuz varsa ilk 3 saat uyuyabilirsiniz ama saatinizi kurun çünkü gösteri son 50 dakika... İnsan o güzelliğin karşısında yutkunmakta zorlanıyor. Yoook artıııkkk diye diye Salzburg’a vardım. Canımı sıkan tek şey oldu, yine bir trendeyim ve camdan belime kadar sarkıp saçlarım uçuştururken diğer camdan fotoğrafımı çekecek kimse yine yok!
Salzburg’a vardıktan sonrası kolay. Tren istasyonu şehrin göbeğinde, şehir zaten minik, her yere yürümece. İlk iş bavuldan kurtulmaca. Otelim tren istasyonuna 5 dakika. Otel dediğime bakmayın ama. Salzburg’u araştırırken en çok şaşırdığım şeylerden biri konaklama alternatifleriydi. Bu konuda baya bir yaratıcılar, mezarlığın içinde, bakın yanında ya da çaprazında değil, gerçekten mezarlığın içinde otelimsi bir misafirhanede kalabiliyorsunuz ya da bu resimdeki manastırda...
Ama manastırı deneyebileceğimi düşündüm… İyi ki de öyle yapmışım, uyurken ‘çanlar yine kimin için çalıyor’ diye uyansam da her gece, kahvaltıları misafirhanenin salonunda rahipler ve rahibelerle yapmak oldukça değişik bir deneyimdi. Madem Salzburg’a kuzeyin Roma’sı deniyor ve burası eski bir kilise devleti, o zaman o ruhu bir hissetmeli dimi...
Manastırları farklı amaçlar için kullanmayı sevmişler bu şehirde bence. Başka bir manastırı da komple birahaneye çevirmişler. Mull Monastery Augustiner Braustübl. Ama içeri girdiğimde masalarda içenler olmasa, manastıra girdiğime yemin edebilirdim. Manastırken içeride nasıl bir dekorasyon ve dini objeler varsa hepsini olduğu gibi bırakmışlar. İnsanın kafası karışabiliyor, arada kendimi içimden dua ederken buldum valla.
Bavulu bırakır bırakmaz şehri dolaşmaya başladım diyeceğimi sanıyorsunuz doğal olarak ama bu sefer öyle değil. Madem Avrupa'nın tatlı başkentindeyim, o zaman önce elmalı turta ;) O nasıl bir tatlıdır ki sırf onun için koskoca bir sahne koymuşlar bir filme... İzleyenler hatırlar, Tarantino'nun 2009 yapımı Türkçe’ye ‘Soysuzlar Çetesi’ olarak çevrilen ‘Inglourious Basterds’ adlı filminde efsane bir elmalı turta sahnesi vardır. Alman komutan, karşısında oturan ve ağzından laf almaya çalıştığı kadın tam turtaya dalacakken, kremayı bekle der...
Madem konumuz elmalı turta, Salzach nehrinin hemen kıyısında köşe başına kurulmuş Sacher Otel’in insanı bambaşka bir çağda yaşıyormuş gibi hissettiren bir kafesi var, Cafe Sacher. Kapıdan girer girmez dekorasyon sizi ayrı bir havaya sokuyor, Bavyera kıyafetli, önlüklü, papyonlu garsonlar, mermer masalar, kocaman avizeler, bir şaşalı durumlar... Vanilyalı dondurma ile servis ettikleri ilk elmalı turtamı (apfel strudel) burada yiyorum. Bu biiiirrrrr. Ama hepsini saymayacağım çünkü vallahi artık utanıyorum. Sonra ne yedin be Arzu diye mesajlar geliyor ;)
Aslında buranın ünlü tatlısı Sacher turtası, yoğun bir çikolatalı kek katmanının üzerinde kayısı marmelatı var, onun da üstünü çikolata ile kaplıyorlar. Oldukça ağır bir tatlı, bir gurme olduğumdan mı yoksa ağzımdan elmalı turta tadı gitmesin diye mi bilmem ama bir çatal alıp bıraktım. Bayılmadım da hiç bu tatlıya. Bana oradan bir elmalı turta daha ;)
Bütün kafeler de benzer dekorasyon var, avizeler, mermer masalar, hasır sandalyeler, önlüklü, saç bantlı, papyonlu garsonlar... Salzburg’un en eski kafelerinden biri olan Cafe Tomaselli’ye de mutlaka gitmenizi öneririm. Bir de Cafe Bazar’ı atlamayın. Ben hiç yemek yiyemedim resmen Salzburg’dayken, çünkü yemek yersem tatlı yiyemem diye çok endişeliydim. Amaç tatlıya mümkün olduğunda boş yer bırakmak midede. O sebeple Salzburg Cafeleri ve tatlıları benden sorulur, bu da böyle biline.
Diledim tabi ben de affetmem hiç, ama bu sefer sadece bir tane, madem Salzburg’dayım buraya yakışır bir dilekte bulundum, çikolatadan bile çok seveceğim birini diledim... Kilidim çalınmasın ve dileğim sağlam olsun diye de kilidimi iki pembe kilitle köprüye kilitledim, üstüne de adımı yazdım. Evet, çok garanticiyim.
Köprüden kafayı sola çevirin, tam karşınızda kocaman bir kale, bence gece görüntüsü çok daha büyüleyici gündüze göre. Hohensalzburg Castle. Şehrin neredeyse her yerinden gözüküyor. Kerteriz için çok uygun ;) Salzburg’u çevreleyen diğer bir dağ olan Mönchsberg’in tepesinde. 900 yıllık bir miras. Başpiskoposun güvenliğini sağlamak için inşa edilmiş ama sonraları kışla ve hapishane olarak da kullanılmış.
Ve geceler... Salzburg’da gece hayatı denince akla klasik müzik konserleri ve kültürel etkinlikler geliyor. Reverans efendim... Doğru gördünüz, tütü giydim. Sarayda klasik müzik konserine gidiyorum. Havaya girdim ;) Belki Avusturyalılara Türk balesinden bir iki figür gösteririm. Bu şehirde ruh eşimi bulmuş gibiyim, her şey tam bana göre. Gündüz trekking pantolonuyla dağlarda gez, gece tütünü giy masalda hisset. Ayakkabılarım mı? Onları da blogger tarzıma verin ;) Hem belki teki ayağımdan çıkıverir sarayın merdivenlerinden koşarak inerken, masal bu belli mi olur belki beni de elinde ayakkabımla bir prens bulur ;)
Klasik müzik dinleyebileceğiniz birçok mekân var bu şehirde ama bence en büyüleyici olanları Mirabell Sarayı ve St. Peter Kilisesi’nin restoranı. İkisinin konseptleri birbirinden tamamen farklı. Mirabell Sarayı'ndaki konserler sarayın halka açık tek salonu olan mermer salonda klasik oturma düzeninde veriliyor.
St. Peter Kilisesi’ndeki konserler ise yemekli ve Avrupa'nın en eski restoranı olan Stiftskeller bu kilisenin içinde konserlerin verildiği yer. 803 senesinde açılmış barok tarzdaki bu restoranda klasik müzik eşliğinde, mum ışığında ve kocaman kristal avizelerin altında, dönem kıyafetleri içindeki sanatçıları dinlerken tarihi bir menü servis ediliyor. Hem yedikleriniz hem dinledikleriniz efsane. Şansıma garsonlardan biri Türk çıktı. Gece boyunca bana jest üstüne jest... Değmeyin keyfime ;)
Mirabell Sarayı’nda sahnedeki beş harika kadın iki saat boyunca bize nefes alıp verdiğimizi resmen unutturdu. Boyut öylesine değişti. Mozart’ın sayısız konser verdiği bu mermer salonda ben gözlerim kapalı, kulaklarıma teslim olmuşken önce Mozart’la gözlerim doldu, sonra Haydn’la dayanamayıp taştı. Dvorak başladığında öyle bir çağa gittim ki artık saraylara layık hissediyordum, bizim zamana geri dönmem zor oldu.
Saray’ın mermer salonu dışında kalan kısımları halka açık değil çünkü burası belediye binası olarak hizmet veriyor. Bahçeleri gezebiliyorsunuz ama. Yemyeşil bir doğası, renkli çiçekleri ve benzersiz bir peyzajı olan bu bahçelerde saatlerinizi keyifle geçirebilirsiniz. Ama keyifli olması için güneş doğar doğmaz gitmenizde fayda var çünkü saat 9 itibariyle her çiçekle selfie çeken Japonların istilasına uğruyor bahçe.
Bana diyorlar ki 'Arzu her gittiğin yere ayılıyorsun, bayılıyorsun, bu nasıl iş? Hiç mi sevmediğin yer olmuyor?' Yok, olmuyor. Âşık olmayacağım yere gitmiyorum ki ben. Nereden mi biliyorum âşık olacağımı? Kolay. Daha fotoğraflarına bakarken karnıma bir iki kelebek kaçıyor fotoğraflardan fırlayıp, sonra da beni hiç rahat bırakmıyorlar gece gündüz. Ta ki ben âşık olacağım yere ayak basana kadar... Şimdi yeni kelebekler kaçtı karnıma, hadi bakalım yepyeni bir aşka... Süpürgeme atlasam, burnumu sağa sola oynatsam içimden de adını söylesem gidebilir miyim acaba ;) Doğayla kalın...
Instagram: @unitednaturesofarzu
Instagram: @unitednaturesofarzu