Başka Türlü Bir Şey / Instagram: @baska_turlu / www.baskaturlubirsey.com
Kutsal şehir Lhasa’dan dünyanın zirvesi Everest'e...
Çin’deki ‘Chengdu-Lhasa’ treninin 14'üncü vagonunun 14'üncü kabininde sadece biz varız. Dünyanın en yüksek tren hattıyla Nepal’e doğru heyecanlı bir yolculuk içindeyiz. Tam 5045 metre de adeta uçuyoruz... Yükseklik ve mevsim şartlarının zorluğunun bilincindeydik. Yolculuğumuz sonunda 5 bin 500 metre yüksekliğe kadar çıkarak Himalayalar'ı görecek, ardından da Nepal sınırına ulaşacaktık. Zorlu günler bizi bekliyordu…
Çin’deki ‘Chengdu-Lhasa’ treninin 14’üncü vagonunda sadece biz varız. Dünyanın en yüksek tren hattıyla Nepal’e doğru heyecanlı bir yolculuk içindeyiz. Tam 5045 metre de adeta uçuyoruz... Yükseklik ve mevsim şartlarının zorluğunun bilincindeydik. Yolculuğumuz sonunda 5 bin 500 metre yüksekliğe kadar çıkarak Himalayalar'ı görecek, ardından da Nepal sınırına ulaşacaktık. Zorlu günler bizi bekliyordu…
Gözümü açtığımda dışarısı hâlâ karanlıktı, önceki gece bindiğimiz ‘Chengdu-Lhasa’ treninin 14. vagonunun 14. kabininde sadece biz vardık, diğer iki yolcu önceki gün trenden inmişlerdi. Aşağı inip saate baktım, 08.30'u gösteriyordu. Yükseklik ve Tibet'te Çin'in geneliyle aynı saat diliminin kullanılması, karanlık sabahların sebebiydi.
Lhasa'ya giden trenler diğer Çin trenlerinden farklıydı. Vagonlarda yükseklik göstergelerinin yanı sıra oksijen kaynakları da vardı. Dünyanın en yüksek tren hattının mecburi özellikleriydi bunlar. Kabinden kafamı uzatıp boş koridora baktım, yükseklik 5045 metreyi gösteriyordu.
Nefes alıp verişimde herhangi bir problem yoktu, oysa trene binerken imzaladığımız evraklarda 3 bin metreden sonra herhangi bir sağlık sorunu yaşarsak bunun tamamen bizim sorunumuz olduğunu onaylamıştık. Kahvaltımızı yaparken bir yandan da dışarıda donmuş gölleri, nehirleri ve etrafta otlayan yakları seyrettik.
Yan taraftaki kabinlerde kalan ve kıyafetlerinden Tibetli olduğunu tahmin ettiğimiz grup bize selam vererek Lhasa'dan önceki son durak olan Naqu kasabasında trenden indi. Nitekim yükseklik göstergesinin azalması Lhasa'ya yaklaşıyor olduğumuz anlamına geliyordu.
Bize Nepal sınırına kadar eşlik edecek rehberimiz bizi karşıladı ve otele götürdü. Kalmayı planladığımız odanın kapısını açtığımızda karanlıklar içinde yatağında yatan uzun beyaz sakallı bir amca bize "Geceleri çok soğuk oluyor, fazladan battaniye isteyin" dedi.
Yerel kıyafetleri içinde pek çok Tibetli etraftaydı. Şaşkın şaşkın etrafa bakıyorduk, adımlarımız bizi Lhasa'nın en kutsal yerlerinden biri olan Jokhang Tapınağı'nın önündeki meydana getirdi. Tapınağın önü insan kaynıyordu, saçlarındaki uzun örgüleri birbirine bağlamış kadınlar, renkli başlıklarıyla erkekler, soğuktan ve kirden yüzleri yara olmuş küçük çocuklar, keşişler ve ellerinde uzun namlulu silahlarıyla Çinli askerler.
Tibetlilerin kimi tapınağın önünde Tibet Budizmine özel şekilde yere yatarak dua ediyor, kimileri ise tapınağın etrafını tavaf ediyordu. Etrafta bizden başka yabancı yoktu, Lhasa'ya gelinebilecek en soğuk zamanda gelmiştik. Ama bu mevsim Tibetliler için çok özeldi, çünkü kutsal şehir Lhasa'da hac zamanıydı... Chengdu tren istasyonunda trenimize doğru ilerlerken Türkçe bir sesle irkildik; "Abi siz Türk müsünüz?" Dönüp baktığımızda, ince bıyıklı, uzun boylu bir gencin bize gülümsediğini gördük. Ömer Chengdu'da üniversitede okuyordu ve çantamızdaki Türk bayrağını görünce hiç düşünmeden bize seslenmişti.
Doğu Türkistan kökenliydi ve akıcı Türkçesi sayesinde hiç zorlanmadan anlaşabiliyorduk. Tibet'e gittiğimizi söylediğimizde neden Doğu Türkistan'a gitmediğimizi sordu. Cevap veremedik, yola çıkmadan önce böyle bir şey planlamamıştık çünkü.
Tibet'in gizemi ve bizden önce bölgeyi gezen arkadaşlarımızın olumlu yorumları bizi de ikna etti. Günler önceden acenta aracılığıyla haberleştiğimiz Fran ve Sandra ile ortak bir grup oluşturmaya ve turu beraber yapmaya karar verdik. Bu da, maliyetin ciddi şekilde düşmesini sağladı. Gerek yükseklik, gerekse mevsim sebebiyle karşılaşacağımız soğuğun bilincindeydik.
Lhasa'ya ulaştığımızda bizi kuru ve soğuk hava karşıladı, bir de Tibetli rehberimiz. Tibetlilerin geleneksel beyaz örtüsünü boynumuza doladıktan sonra, bize Tibet'le ilgili bilgiler verdi. Lhasa'da serbestçe dolaşabileceğimizi, alışveriş yapabileceğimizi, ancak kendisi olmadan manastırlara girmenin mümkün olmadığını ve etrafta göreceğimiz asker ve polislerin resmini çekmemizin yasak olduğunu söyledi. Tibet, Çin sınırlarına dâhil olduktan sonra çeşitli zamanlarda politik krizler yaşanmıştı ve bu krizlerin sebep olduğu gerilim de etkisini hâlâ aktif olarak gösteriyordu.
Kalacağımız yere yerleştikten sonra dolaşmaya çıktığımız meydanda gördüğümüz askerlerin de orada bulunmalarının sebebi buydu. Oysa meydan çok renkliydi ve askerler buraya çok tezattı. Yazı çalışarak geçiren Tibet köylüleri için kış mevsimi hac zamanıydı. Pek çoğu köylerinden dua ederek, yani kısa aralıklarla yere yatıp uzandıktan sonra yürümeye devam ederek buraya günler, hatta haftalar sonunda ulaşmışlardı.
Üzerlerinde renkli yerel kıyafetleri ve başlıkları, sırtlarında küçük çocukları, ellerinde manichorkor adı verilen ve içinde Budizme ait öğretilerin yazılı olduğu dua çarklarıyla çıktıkları bu yolculuk sonunda ulaştıkları Lhasa'da önce Jokhang manastırı önünde ve çevresinde dua ediyorlar sonrasında eski Lhasa'yı tavaf ediyorlardı. Gördüğümüz manzara sonrasında ikimiz de hemfikirdik, Lhasa dünyada din kavramının en kuvvetli yaşandığı şehirlerden biriydi.
Akşam yemeğinde tabi ki yak eti vardı, bir de yak yoğurdu. Hostele döndüğümüzde hava artık iyice soğumuştu. Tibet’te pek çok yerde ekonomik koşullar sebebiyle ısıtma imkânı bulunmadığından gece kendi imkanlarımızla ısınmamız gerekiyordu. Bu da kat kat giyinmek anlamına geliyordu. Zor da olsa uyuduk, Lhasa'da gündüzler şaşırtıcı, geceler ise soğuktu.
Ertesi sabah rehberimiz eşliğinde dolaşmaya başladık. İlk günün sabahında Tibet'in dini ve siyasi liderleri Dalailamaların yazlık sarayı olarak bilinen Norblingka'yı gezdik. 14. ve son Dalailama 1959'da Çin işgali sonrası Hindistan'a gitmeye zorlandıktan sonra bu bölge müze statüsüne geçmiş ve şimdilerde içinde bir hayvanat bahçesi bile var! Öğle yemeğinde sohbet etme imkânı bulduğumuz rehberimiz de 1959 sonrası ve şimdilerde yaşanan zorluklardan bahsetti.
Tibetlilerin Çin pasaportu almasının uzun yıllar sürebildiğini, hatta önemli yerlerde önemli tanıdıkları olmazsa imkânsız hale gelebildiğini anlattı. Öğle yemeği sonrası sırada Jokhang manastırı vardı. Önceki gün bizi fazlasıyla etkileyen manastırın içine girme vakti gelmişti. Dışarda yere yatarak dua eden ya da manastırı tavaf eden kalabalığın arasından geçerek içeriye girdik. İçerideki Buda heykellerini görmek ve dua etmek isteyen insanlar uzun bir kalabalık oluşturmuştu.
Bir yandan ellerindeki dua çarklarını çeviriyorlar bir yandan da meraklı bakışlarla bizi izliyorlardı. İçeride ise bambaşka bir manzara bizi bekliyordu. Karanlık içinde onlarca Buda heykeli vardı ve insanlar bu heykellerin bulunduğu platformlara başlarını sürerek dua ediyor ya da etraftaki mumları ellerindeki yağ şişeleriyle besliyorlardı.
Ağızlarından dua eksik olmayan kimileri ise gözyaşlarını tutamıyordu. Dikkatimizi çeken en önemli nokta özellikle insanların son derece yoksul olmasıydı. Çocukların bazılarının uzun zamandır banyo yapmadıkları saçlarındaki kirlerden belliydi. İmkânlarının kısıtlı olduğu çok açıktı. Jokhang manastırından çıktıktan sonra ekipten ayrılıp Lhasa sokaklarına daldık.
Gördüğümüz her insan karesi bizi daha fazla şaşırtıyordu ama Tibet Budizminin en yoğun yaşandığı bu şehirde bir cami ve pek çok Müslüman bulmayı aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk. Camiden çıkan beyaz takkeli Müslümanlarla, ellerinde dua çarklarıyla Jokhang manastırından dönen budistler Lhasa'nın arka sokaklarında birbirlerine karışıyorlardı.
Yine soğuk yüzünden huzursuz geçen gecenin ardından yeni sabaha Tibet'in en bilinen yeri Potala Sarayı'na giderek başladık. Saraya uzun merdivenler çıkılarak ulaşılabiliyordu ve biz hâlâ yüksekliğe alışamadığımızdan adımlarımızı son derece yavaş atsak da nefes nefese kalmaktan kurtulamadık. Lhasa'daki üçüncü günümüzde nefes almakta hâlâ zorlanıyorduk ve bu yüzden mümkün olduğunca ağır hareket ediyorduk.
Peki ama neden trende 5 bin metre yükseklikte bile nefes almakta sorun yaşamamıştık? Bu sorunun cevabını da Fran verdi; belli bir yükseklikten sonra vagonlardaki oksijen kaynaklarından içeriye oksijen verilmişti ve biz bunu fark etmemiştik bile… Bu yüzden duruma alışık olan Tibetliler yanımızdan seri şekilde çıkarken biz merdivenleri son derece yavaş çıksak da çok zor nefes alabiliyorduk.
Potala Sarayı 7. yüzyılda inşa edilmiş ve 14. Dalailama Tibet'ten ayrılana kadar Dalailama’lara ev sahipliği yapmış, Tibet'in dini ve siyasi geleceğine burada karar verilmiş. İhtişamıyla son derece göz alıcı olsa da şimdilerde müze statüsünde ve sadece belli kısımlarının gezilmesine izin veriliyor. Tibetliler akın akın buraya geliyorlar, kutsal liderleri artık burada olmasa da bu saray onlar için hâlâ çok önemli.
Öğle yemeği sonrası ise Lhasa'nın bir diğer önemli manastırı Sera Manastırı'na gittik. Etrafta burnunda siyah iz bulunan onlarca çocuğu görebileceğiniz bir yer burası. Özellikle huysuz çocukların buraya getirilerek dua edildiği ve yakılan ateşin külünden burunlarına küçük bir iz bırakıldığı çok eski bir manastır burası. Yine uzun kuyruklarla dolu… Meraklı ve siyah burunlu çocuklar yine peşimizde. Manastırı gezerken bir de ilginç bir ayine tanık olduk.
Manastırın bir bahçesinde toplanan onlarca keşişin, birbirlerine yüksek sesle sorular sorduğu ve ellerini birbirine vurarak gerçek bilgeliği aradığı bir ayin. Lhasa'daki son gecemizi yine Jokhang Manastırı ve etrafında yani Barkhor'da geçirdik. Günlerdir rehberimizden Budizm hakkında bilgi alıyorduk ama bizim asıl ilgimizi çeken insanlardı ve Lhasa'da en büyük keyif insanları izlemekti.
Lhasa'da geçirdiğimiz üç günün ardından yola koyulma vakti gelmişti ve rotamızda Gyantse şehri vardı. Tibet ve Nepal'i birbirine bağlayan Dostluk Karayolu üzerinden önce 4 bin 700 metre yükseklikteki Kambala geçidine ulaştık. Tibet'in en büyük gölü olan Yamdrok Tso Gölü’nü de bu sırada gördük. Ardından da 5 bin 500 metre yükseklikteki Kharola Buzulu'nu geride bırakıp Gyantse'ye ulaştık.
Nispeten küçük bir kasaba olan Gyantse'nin en önemli özelliği Palchor Chode Manastırı'na ev sahipliği yapması. Biz de günü bu manastırı gezdikten sonra Gyantse sokaklarında dolaşarak geçirdik. Akşam yemeğini ise yine bir Müslüman lokantası bularak hallettik. Tibet'te bu kadar Müslümanın yaşadığını hiç tahmin etmemiştik bile. Ertesi günkü durağımız Shigatse ve Tashilunpo Manastırı oldu. Geniş bir alana kurulu manastırı gezdikten sonra günü dinlenerek geçirdik çünkü ertesi gün zorlu bir Everest yolculuğu bizi bekliyordu.
Sabah erkenden kalkıp yola koyulduk ve önce Tingri kasabasına ulaştık. Öğle yemeğinin ardından tekrar yoldaydık. Virajlarla dolu toprak yolları tırmanan aracımız 5 bin 800 metre yüksekliğe ulaştığında biz de Himalayalar'ı görebiliyorduk. 8 bin metrenin üzerinde beş zirve karşımızda duruyordu.
Ancak henüz hedefe varmamıştık. Aracımız yoluna toprak yoldan ve köylerin arasından devam etti ve bir süre sonra Everest Dağının eteklerine kurulmuş olan Ronghpu Manastırı'na geldik. Everest'i en net olarak görebileceğimiz nokta burasıydı. Biz manzaranın keyfini çıkarırken keşişler de merakla bize bakıyorlardı.
Geceyi geçirmek üzere Old Tingri kasabasına gittik. Kasabanın tek kalınacak yeri birkaç barakadan oluşuyordu ve içerde herhangi bir ısıtma yoktu. Mecburen yine kat kat giyindik ve uyumaya çalıştık. Tibet son gecemizde bize yine soğukla veda etmeye kararlıydı anlaşılan. Gözümüzü yine karanlığa açtık ve sabah erkenden yola koyulduk. Artık sınıra gitme vaktiydi. Kar ve buz kaplı yollardan önce Nyalam kasabasına ulaştık.