Arzu ÖZEN / Instagram:@unitednaturesofarzu
Gizli hazineleri olan saklı bir cennet: Stavanger
Siz de benim gibi doğayı keşfetmek için gezenlerdenseniz bu yazıyı severek okuyacaksınız. Bana göre Stavanger doğayı keşfetmek için gezilecek yerlerin başında geliyor. Aynı zamanda tarihsel ve kültürel açıdan zenginleşmek isteyenler için muhteşem bir liman şehri. İşte Stavanger'de gezilecek yerler...
Ölmeden önce mutlaka görülmesi gereken 100 yer listesine belki de asla giremeyecek bir şehir burası... Hem de 2008 senesinde Avrupa Kültür Başkenti seçilmesine rağmen... Görünürde son derece sıradan bir liman şehri... Evet, kocaman yolcu gemileri uğruyor, binlerce turist aynı gün şehirde gezmeye çalışıp birbirinin üstüne çıkıyor ama kimse aslında Stavanger için yola çıkmıyor... Konaklanmayan, akşam saat 18.00’e kadar hızlıca havası alınan şehirlerden biri o... Çünküüü ‘vakit yok gemi kalkıyor artık’ ;)
Burası genelde zorunlu bir durak... Geçerken uğradım dediklerimizden… Ölmeden önce mutlaka görülmesi gereken yerlere giderken, yolda mola verdiğimiz bir Norveç şehri... Hiç duydunuz mu mesela ‘ay şekerim haftaya 3 günlüğüne Stavanger’e gidiyoruz’ diyeni? Sanmam. Siz bir deneyin mesela bu cümleyi bir arkadaş sohbetinde söylemeyi... ’Aaaaa öyle mi ben de orayı çok merak ediyorum’ diyen çıkmayacaktır pek, çoğunluk, nerede olduğunu soracaktır Stavanger’in ya da orada görmeye değer ne olduğunu... Anlatalım o halde...
Bana sorarsanız ki bence sorarsınız ;) Stavanger saklı bir cennet... Gizli hazineleri var ziyaretçilerine sunduğu. Ömür boyu beş duyunuzda saklayacağınız hazineler bunlar.Hem de her zevke hitap eden türden. Hani her şehir özellikle bir şeyi ile ünlüdür ya, Stavanger deyince aklıma ‘bir şey’ gelmiyor benim. Öyle çok şey geliyor ki... Düşünsenize, aradığımız her şeyi çoğunlukla tek bir kişide bulamıyoruz ama tek bir şehirde bulabiliyoruz... Ne güzel geliyor kulağa. Kim bilir benim de keşfedemediğim ne güzellikleri vardır daha... Belki bir daha ki sefere... Soruyu duydum, evet, tekrar giderim.
Norveç’in güneybatısında yer alan bu on numara beş yıldız şehir dört mevsim şenlikli. Kışın kayak yap, yazın denize gir, bahar aylarında bisiklet yarışlarına katıl, Nisan - Ekim arasında da kaptır kendini Stavanger rüzgârına sörf yap. Norveç’in plajı deniyor buraya, ünlü kumsalları var, sağ olsun Gulf Stream sıcak su akıntısı… Bir de üstüne her yer bisiklet, her yer Vespa...
Herkesin seyahat etmek için özellikle bir iki nedeni vardır öyle değil mi? Kimisi gurme seyahatleri sever, onları, bir yere gitmeden önce arkadaşlarına ‘abi restoran var mı bana önereceğin?’ demelerinden tanırsınız.Kimisi tarih meraklısıdır, müzelere, antik yerlere, kiliselere bayılır. Kimisi sanata âşık doğmuştur, müziğin ya da tabloların peşinde dünyayı dolaşır. Kimisi bir spora gönül vermiştir, rüzgâr neredeyse oraya doğru yol alır ya da dünya pedallarının altındadır.Ben mi? E artık beni biliyorsunuz, ben doğaya aşığım. Doğanın peşinden gitmeyeceğim yer var mı? Eğer gidilebiliyorsa yok...
Diyorum ya aradığınız pek çok şeyi bu şehirde bulabilirsiniz, damak tadınızı geliştirmek için mi geziyorsunuz siz, o zaman şöyle söyleyeyim Norveç’in diğer bütün şehirleri gibi burada da deniz ürünleri yedirtiyor arkadaş. Memlekete +3 kilo dönecek kadar hem de... Balık kilo yapmaz dimi? Size öyle geliyor. Stavanger’e bir gidin, kendinizi tanıyamazsınız, o kadar söyleyeyim. Zaten Haziran ayında güneş de batmıyor tam, hava tam kararmadan aydınlanıyor tekrar, insana 3 akşam yemeği yedirtiyor.
Şehrin tam göbeğinde ‘quest harbour’ denilen, turist gemilerinin demir attığı limanda sağlı sollu restoranlar var. U şeklinde bir yer burası. En başında da balık pazarı var. Orijinal adı ‘fiskotorget’. Uyarıyorum, pazar dediğime bakmayın, son derece restoran. Arzu ederseniz alışverişinizi yapıp evde de pişirebilirsiniz tabi ki ama bence onlar gibi pişiremezsiniz ;) Ellerimizde prebiyotikler varmış bizim (pre mi pro mu emin olamasam da bir şey varmış işte ellerimizde). O yüzden bazı insanlara eli lezzetli denirmiş, o prebiyotikler elimizden yemeğe karıştığı için. Hatta bu sebeple eldivenle yemek yapılmazmış. Çok beğendiğim bir sosun tarifini sordum da, ellerden geçen pre-pro meselesini öyle öğrendim. Bu Vikinglerin prebiyotikleri çok sağlam. Burada denizden çıkmış ne yeseniz hiç pişman olmazsınız ama balık çorbasına kefilim.
Tarihsel ya da kültürel açıdan mı zenginleşmek istiyorsunuz, bingo. Yine tam yerine geldiniz. Malum, Stavanger Kuzey Denizi’nde petrolün ilk bulunduğu yer, bu sebeple ünlü bir petrol müzeleri var. Petrolden önce, şehir ringa balığı başkenti olma şerefine nail olmuş. Balık endüstrisinin başlamasıyla şehir de sanayi de başlamış. Dolayısıyla, denizcilik çok gelişmiş, e tabi ki bir denizcilik müzeleri de var. Denizciliğin ve balıkçılığın geçirdiği evrimi hayranlıkla bu müzede görebilirsiniz. Bir de konserveleme müzeleri var, oldukça enteresan. Burası eskiden dünyanın neredeyse her yerine sardalya konservesi üreten bir fabrikaymış.
Petrolden sonra mı? İşte o kısmı inanılmaz... Petrolden sonra paranın dibine vurmuşlar. Euro (yürü) ya kulum durumu... Petrol sayesinde devlet sürekli bütçe fazlası veriyor. Buraya kadar hadi neyse (ne hadi neysesi yahu), ama esas bomba bu bütçe fazlasının ülke nüfusuna eşit olarak bölünüyor olması. Havadan para geliyor her yıl. Düşünün bir. Hem de hiç de fena rakam değil. Yıllık 3000 euro civarı diye duydum ben. Bilemem, ben Vikinglerin yalancısıyım.
İlk gittiğim gün cumartesiydi, o merkezi bir görün, cıvıl cıvıl, kımıl kımıl... Her yer restoran, kafe, bar... Hava da mis gibi, güneş de batmak bilmiyor, herkes sokaklarda... Pazar günü yine öyle, buraya kadar tamam... Pazartesi de öyle, evet inanması zor gelecek ama Salı ve Çarşamba da... Ve bütün gün... Kimse çalışmıyor mu arkadaş bu memlekette? Cevap veriyorum, evet. Ev sahibimden öğreniyorum sonra, kendisi İngiliz. Muhteşem aksanıyla bana ‘Norveçliler çalışmıyor bu şehirde, anneler, babalar petrol zengini, Stavanger’de Norveçli olmayanlar çalışır’ diyor ve benim ağzım açık kalıyor.
Arnavut kaldırımları üzerinde rengârenk kapıları olan bembeyaz evler... Aynı renkte ikinci bir kapı yok... Diyeceksiniz ki 200 tane renk yok ki Arzu ne sallıyorsun, benim gördüklerim arasında diyeyim, hemen bozmayın yahu beni ;)
Kimisi de alışveriş yapmayı sever gittiği ülkelerde... E her kadın gibi ben de ;) Eski şehirden 5 dakika yokuş aşağı yürüdüğünüzde şehir meydanına varacaksınız. Balık pazarının hemen arkasında bir pazar kuruluyor, 10 tezgâhı geçmez. Norveç kültürüne ait şeyler satılıyor genelde ama Çin’de ve Orta Doğu’da üretilmiş haliyle ;) Önümüz kış, üşümesin parmaklar, geeeeel abla geeeellll, parmaklara parmaklık var. Stavanger’den aldığım ve sanırım İstanbul’da kullanamayacağım tek şey parmaklıklarım ;)
Bu sokakta gece gündüz hareket var. Gündüzleri kafe, geceleri bar... Bir tane de Türk kafesi var, bir sade Türk kahvesi lütfen diyebiliyorsunuz, kahvenin yanında lokum bile var, o derece yabancılık çekmiyorum ;) Dünya tatlısı yaratıcı isimli kafeler rengârenk binaların alt katlarında… Mesela bu kafenin adı ‘Harikasın ama bu saçının hali ne böyle?’ ;)
Alışveriş caddeleri aslında şehrin tepesinden aşağı doğru indiğinizde sağlı sollu başlıyor. Şehrin tepesinde 1853 senesinde yapılmış Valberg Kulesi var... Şahane bir manzarası ve güzel bir hikâyesi var. Eskiden gözlem evi olarak kullanılıyormuş. Burada yaşayan bir bekçi varmış, kendisinin bir görevi de yangın olursa insanlara haber vermekmiş. Ne yangınlar görmüşler tabi tarih boyunca. En son bekçinin adı Tobias’mış. 18 yıl bekçilik yapmış, 1922’ye kadar. Hatta bu Tobias Norveç’in bilinen çocuk kitaplarından birinde de geçiyormuş, çocuklar pek severmiş. Şimdi, ilk katında bir müze var, bekçiye ait eşyalar filan... İkinci katında ise bütün şehri görebileceğiniz 38 kişi alabilen bir organizasyon ve davet mekânı var... Buradan aşağıya doğru indiğinizde kıvrılan sokaklar var anlamadığım bir şekilde sürekli birbirine çıkan... Labirentte peynir arayan bir fareyim sanki hep aynı sokağa çıkıyorum inatla... Her yer mağaza ve Norveç’in çoğu şehrinde olduğu gibi mağazalarda denizcilikle ilgili bir sürü şey var.
Ben şehre varır varmaz ayağımın tozuyla kendimi kiliseye attım. Stavanger Katedrali gotik mimari ile yapılmış, yapımına 1100 senesinde başlanmış ve tamamlanması 50 yıl sürmüş. Norveç’in en eski kilisesi olmasıyla dikkat ve turist çekiyor. Giriş ücretli, sanki Stavanger bütçe açığı veriyor da paraya ihtiyacı varmış gibi...
İlk gün gittiğim bu kiliseye Stavanger’deki son günümde tekrar gittim. Dileklerimi garantilemek istediğimden değil, bir gece evimin karşısındaki barda otururken bir çiftle tanıştım, isimlerini yazamayacağım ama yazamamamın gerçekten alkolle hiç alakası yok. Norveç dili aşırı zor, bir isim duyunca ikinci kez o ismi söyleyemiyorum ki şimdi buraya yazabileyim. İki Viking bir de Viking hayranı bir araya gelince tabi ki laf lafı açtı, sohbet nikâh davetiyesine bağlandı. Ne diyelim, onlar ermiş muradına biz çıkalım tatile ;)
Çok huzurlu bir yer, ben anlamıyorum depresyon oranı bu ülkede niye yüksek diye, sabahları erken saatlerde insanlar hep birlikte yoga yapıyor bu parkta, sonra da çantalarından sağlıklı kahvaltılarını çıkarıp kitaplarını okuyorlar. Herkes sağlıklı besleniyor, kuğusuna kadar… Baksanıza benim katkı maddesiz ve glütensiz atıştırmalığımın yarısını bu cadaloz nasıl da bir hamlede yutuyor.
Gelelim can yakan konuya. Pahalı. Zaten Norveç pahalı... Herkes big mac menü fiyat indexi veriyor gezi yazılarında. Diyor ki mesela, Stavanger’de big mac menü şu kadar. Al sen karşılaştır İstanbul’la. Ona göre de şehir pahalı mı ucuz mu karar ver. Ben kuaför fiyatları indexsi vereceğim müsaadenizle. Buyurun, hep birlikte şok olalım fiyatlara.
Siz de benim gibi doğayı keşfetmek için gezenlerdenseniz bu şehir benim ilk üçümde. İlk üç diyorum, daha fazla söze gerek var mı bilmiyorum. Bence Norveç’teki en güzel fiyortlardan biri olan Lysefjord Stavanger’de. Türkçe’ye çevirince açık renk (light=lyse) fiyort demekmiş. Norveç’teki diğer fiyortlardan biraz farklı, özellikle fiyordun başlangıç kısmı. Beyaza yakın açık renk granitler var, adını da açık renkli olmasından almış.
Şehrin meydanındaki limandan kalkan teknelerle, uzunluğu 42 km olan Lysefjord’u baştan sona gezebilirsiniz. İki tur seçeneğiniz var bu fiyort için. Tamamını görmek istiyorum derseniz ki bence öyle yapın, bütün bir gününüzü ayırmanız gerekiyor, ama 3 saatlik turlar da var, bu turlarla da fiyordun en can alıcı yerlerini görebilirsiniz.
Sonra sizi minnoş bir deniz feneri karşılayacak. Fiyordun ortasında bir kayanın üstünde, yeşillerin arasında, ışık çakmasa da kendisini hemen fark ettiren bir deniz feneri. Hani çocukluğumuzda Pazar günleri TRT 2’de Bob Amca vardı, hiç kaçırmazdım ben, tabloyu yapardı, sonra şuraya da bir ev çizelim, üstüne de duman ekleyelim, yanına da ağaç yapalım derdi. Bu fener bana onu hatırlattı. Sanki son dakika, şu kayanın üstüne de bir deniz feneri koyalım demişler gibi. Bu muhteşem resmi tamamlaması için...
Bu fiyortla ilgili en çok sevdiğim şey manzarayı önce aşağıdan yukarıya sonra yukarıdan aşağıya izleyebiliyorsunuz. Bir gün önce köprüye aşağıdan bakarken, ertesi gün köprüden fiyorda bakabiliyorsunuz.
Aşağıdan baktığınızda bile yüksekliği ürküten Pulpit Rock’a (orijial adı Preikestolen, Türkçe’si Vaaz Kayası ya da Kürsüsü de diyorlar) iki gün sonra tırmanıp kendi limitlerinize şaşabiliyorsunuz. 604 metrelik bir uçurum burası... 25x25 metrelik bir alan. Yılda yaklaşık 150 bin kişi ziyaret ediyor, bu sene ben ve 149 bin ;) Anlatacağım tabi ki...
Dün sağından solundan geçtiğiniz fiyort kenarındaki yerleşim yerlerine yarın kahve içmeye gidebiliyorsunuz. Hele bu yerleşim yerlerinden birinde bir Türk arkadaşınız yaşıyorsa ve size gurbet ellerde bir Türk kahvesi yapıyorsa.
Fiyortta biraz daha ilerlediğinizde solda birden bir film setine geliyorsunuz. Dimdik kayaların altından su daha da içerilere doğru girmiş... Renkler güzelleşiyor, insan o kayaların arkasında ne bekleyeceğini bilemiyor.
Sonra birisi sesleniyor? Susayan var mı diyor ;) Hava buz gibi, su da buz gibi... Ama insan bir bardak daha içmek istiyor.
Biraz daha ilerliyorsunuz, bu sefer de National Geographic seti çıkıyor karşınıza. Dağ keçileri teknenin geldiğini duyunca tepelerden aşağı iniyorlar. Öyle alışmışlar ki bu teknelerin onları beslemesine, Pavlov’un köpekleri gibi… Motor sesi duyulunca pıtır pıtır iniyorlar kayalardan aşağı, karınlarını doyuruyorlar.
Uzun ve limitleri zorlayan doğa yürüyüşlerini sevenler için, Norveç deyince akla ilk gelen ve ülkenin simgesine haline gelmiş iki yürüyüş rotası da yine Stavanger’de... Az önce bahsettiğim Pulpit Rock ve Kjerag (hemen şu an Googlelayın derim ve resimlere bakın neyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak için). Daha ne olsun.
Sonra bir de yeme içme festivalleri var. Adı ‘Gladmat’. Türkçe’ye çevirdiğinizde ‘mutlu yemek’ demek. Bu sene 20 - 23 Temmuz’daydı... Buna da gidilir ama tarih kovalamaya gerek var mı? Diyorum size her gün festival gibi... Yemekler hep mutlu ;)
Ama gelgelelim Stavanger’e gidip Pulpit Rock’ı ve Kjerag’ı oldu da görmeden döndünüz ve sonra fotoğraflarına bir yerde denk geldiniz diyelim ki... Üzer be... Mesela böyle bir fotoğrafa denk geldiniz... Böyle bir bulutların üstünde olmaca... Mutluluktan mı yoksa çok yükseklere çıkılmış ondan mı? Onu da sonra anlatırım ;)
He tabi belirtmemde fayda var, baya kondisyon isteyen yürüyüş rotaları bunlar. Ben dağ keçisiyim çıkarım diyeni bile zorlar, özellikle Kjerag. Aslında bu yazının bir parçası olacaktı ikisi de… Ama öyle özel ve öyle büyülü yerler ki... Büyüsüne uzun uzun geniş geniş kapılalım istedim. Hem ben bir kez daha yaşayayım, hem siz gitmeden önce tadına az da olsa varın... Bu fotoğraf da Pulpit Rock’ın yukardan görünüşü... Ama sırf minnak bir ipucu olsun diye... Bir sonraki yazımda anlatmak üzere ;)