Yüksel GÖK / yuksel@seyahatengelimyok.com
Engelsiz bir seyahat hikayesi
Uzun zamandır Lizbon seyahati aklımdaydı. Her defasında bol yokuşlu, merdivenli, kaygan Arnavut kaldırımlı yolların, beni ne kadar zorlayacağını düşünüp duruyordum. Ama bir yandan da hayatımın yirminci yılında kazandığım yürüyebilme özgürlüğümü farklı yerleri keşfederek yaşıyorum, yaşamayı seviyorum! İşte bu duyguyla düştüm Lizbon yollarına... www.seyahatengelimyok.com
Küçükken çocuk felci geçirdim ve tekerlekli sandalye ve sonra da değnek kullanmak zorundaydım. Ta ki 14 ameliyat geçirene kadar. Sonra ise tüm korkularımı yenerek, seyahat etmeye, yollara düşmeye karar verdim! Çünkü her taşın, her duvarın ve her bir objenin bir hikâyesi, kendimle bağdaştırdığım bir ruhu vardır. Tıpkı Lizbon gibi.
Usulca, gözümü kapatıyorum, yüzüme vuran hafif bir serinlikle beraber Lizbon’u gözümde, mezardan çıkarıp canlandırdığım bir ölüye benzetiyorum. O da tıpkı benim gibi; umutsuzca yok olduğum, vücudumun yürüyememekten dolayı imdat çığlıkları attığı yıllarım gibi, bedeninde büyük bir deprem yaşamış. 1755’teki bu büyük depremle birlikte yerle yeksan olmuş. Bu yıkım karşısında hayata karşı bir öfke duymak için, sağlam ve sürekli bir zemin oluşturmak yerine, öfkesinden arınıp tüy misali havalanmış. Kendini düzenli, birbirine paralel sokaklardan inşa ettirmiş ve daha güzel daha güçlü hayata devam etmiş. Ve kendi dönüşümünü başlatmış. Tıpkı benim gibi.
İlk gün, gözümde Lizbon’la bütünleşmiş, Lizbon’a giden herkesin önünde fotoğraf çektirdiği Belem Kulesi ve Kâşifler Anıtına gittim. Lizbon’u gözümde ulaşılmaz kılan nedenlerden biri de buraların önünde çekilen fotoğraflar. Ne kadar havalı ne kadar cezp edici fotoğraflar onlar öyle. Acaba diyorum, bende öyle fotoğraflar çektirsem nasıl olur ki.
15. ve 16. yüzyıllarda bilinmeyen yönlere doğru yeni yeni keşifler yapmak üzere yola çıkan Vasco da Gama, Pedro Alvares, Cabral gibi büyük denizcilerin muhtemelen her yeni keşiflerinde duyduğu heyecanı, ben de onların heykelinin önünde fotoğraf çektirirken duyar mıyım? Elbette duyarım. Elbette o hissi tüm bedenimde en güçlü haliyle yaşarım. Onlar yeni mekânlar keşfederken, ben de duygu dünyamı ve içimdeki yeni yerler keşfetme arzumu daha da kamçılıyorum.
Bir benzeri Rio de Janeiro’da bulunuyormuş. Henüz görmek nasip olmadı. Mıknatıs gibi beni kendine çekiyor. Oraya gittiğimde Pazar günüydü ve ayin vardı. Heykelin gölgesinde 25 Nisan köprüsünü izlemek, yarınıma umut olan bir hayaldi ve ben bu hayalin keyfini, ruhuma dokunan ayin müziği ile çıkarıyorum.
Cascais, Pena Sarayı ve Cabo da Roca beni bekliyor. Ne zaman yeni bir yer görme planı yapsam, o an ben, ben olmaktan çıkıyorum. Gerçeklikten uzaklaşıp önce hayal dünyama uzun ve bir o kadar da derin bir yolculuk yaparım. Araçla yol aldıkça, Pena Sarayına doğru Sitra’ya ilerledikçe hayal yerine yine o hiç sevmediğim, yürümemi zorlaştıran dolayısıyla hayal kurmama engel olamayan ama erteleyen, öteleyen yokuşlar, dağlar bayırlar gözüme ilişiyor.
Yanımda Hüseyin Bey, beni ürkütmekten imtina eder bir ses tonuyla dağın başında, hayal gibi görünen o sarayı gösteriyor. “İşte” diyor. “Biz oraya çıkacağız”. Bir an: “acaba” diyorum. Pena Sarayındayım. Bahçesinde ring servisi yapan araçla çıkıyorum. Ona rağmen zorlu bir yol. Varsın zorlu olsun. Sarayı gördükten sonra, yine bir hayaller bir düşler bir işler kalbimde. Pena gözümde saray olmaktan çok, masal dünyasını andırıyor.
Sevgili Pena, sana ulaşmak, ulaşıldığında seni keşfetmek zor olsa da, içinde bulunduğun doğa o kadar çekici ki, büyük depremden sonra yaralarını saran Kral 2. Ferdinand’a, 1910 Cumhuriyetin ilanıyla anıtlar kategorisine alınmana hizmet veren herkese teşekkür etmek gerek. Yoksa bu masal diyarını dünya gözüyle nasıl görebilirdim öyle değil mi? Dağ, bayır; yokuş merdiven, kale burç derken, Pena ziyareti kazasız belasız bitiyor.
Yolculuk Avrupa’nın bittiği uçuruma doğru. Yani Cabo da Roca’ya. Doğal park alanındaki orman kasabalarını geçtikçe okyanusun serinliğini vücudumda hissediyorum. Yaklaşık yarım saat bir araba yolcuğundan sonra Cabo da Roca’dayız. Aracı park edip minik bir o kadar dikkatli adımlarla ilerliyorum. İlerledikçe ürküyorum. Ürktükçe merakım artıyor. 140 metre yüksekliğindeki kayalıkların üzerinden okyanusu göründe içimde sonsuz bir özgürlük hissi uyanıyor.
Sanki buraları ilk defa ben keşfetmişim gibi bir duygu. Çok çok zor bir patika yoldan daha da uç bir noktaya gidiyorum. Okyanus alabildiğince gözümün önünde. Okyanusun çok koyu, kararlı ve azametli bir havası var. “Benden daha güçlüsü var mı?” dercesine hırçın hırçın kayalıklara vuruyor dalgasını. İçimde bir ürperti. O yüksek, haşmetli görüntü bende korkudan çok heyecan uyandırıyor. Sonsuz bir boşlukta kendi küçük dünyamda kayboluyorum bir an.