Endülüs’ün dağlı güzeli Ronda
Bu aylarda tüm dünyaya bir güzellik basar. Güney yarımküre sararıp solarken, kuzey yarımkürede çiçekler açar, insana neşe basar, her yer bir başka güzelliğe bürünür.
Mehmet YAŞİN
Güzelleşen yerlerden biri de İspanya’nın güneyindeki Endülüs’tür. Bu bölgedeki her yer çok çekicidir ama sanatçılara ilham kaynağı olan Ronda’nın yeri başkadır. Bu hafta size boğa güreşlerinin merkezi, iki büyük dinin kültür başkenti olan bu küçük kenti anlatmaya çalışacağım.
Baharla önce Antakya’da ardından Sicilya ve Endülüs’te buluştum. Üçünde de ağaçlar bana rengarenk çiçekler sundu. Dere, tepe, ova, tüm doğa yemyeşil örtülerini serip, baharı müjdeledi.
Endülüs’teki bahar, biraz yaz başlangıcını andırıyordu. Sıcak, terleten, serin gölgeler aratan bir hava çökmüştü İber Yarımdası’nın güneyine. Yolculuğum Madrid’ten başladı. Sonra Sevilla, Cordoba, Ronda, Granada. Mağribi izlerin, 1001 Gece Masallarından fırlamış görüntülerin peşinde dolaştım durdum. Ama bu geziyi sırasıyla anlatmayacağım. Birden bire üçüncü durağa, Ronda’ya sıçrayıp, sonra geri döneceğim. Ronda’dan başlamamın nedeni, bu “Pueblo Blanca’nın (Beyaz Köy) beni daha fazla etkilemesi. Hemingway’in burayı en ünlü romanında ölümsüzleştirmesi; diğer yazar, çizer ve sanatçıların, tablo gibi kasabayı yere göğe sığdıramaması, hatta onun aşkına ölmeleri.
Neyse hepsini biraz sonra anlatacağım. Bakalım Ronda gözünüzde nasıl canlanacak? Bu yazıyı yazarken Madrid’ten aldığım CD’yi dinliyorum. Maria Jimenez, yanık sesiyle flamenko söylüyor. Dinledikçe tüm yolculuk gözlerimin önünden akıp gidiyor.
Cordoba’dan kiraladığım otomobille yolculuk ediyordum. Ronda’ya, yani yarımadanın güneyine doğru gidiyordum. Yol tek şeritli ve bol virajlıydı. Ama sunduğu görüntüler bir tablo kıvamındaydı. Küçük göller, göllere kavuşan küçük dereler, çiçeklerle bezenmiş ağaçlar, zeytin ağacı ormanları, yemyeşil tarlalar, uzaklarda puslu perdelerine bürünmüş dağların mor siluetleri. Otomobilin camından bir görünüp, bir kaybolan manzaraların, hafızama hoş duygular kazıdığını hissediyordum.
İÇ SAVAŞIN İZİNDE
Ronda, İspanya’nın en eski kasabalarından biriydi. Mağribilerin yarımadadan çekilirken İspanyollara en son teslim ettikleri kale burasıydı. Hem İslam hem de Hıristiyan dinlerinin etkisinde kalmış, iki inanıştan da silinmeyen izlerle bezenmiş bir kasabaydı.
İlk olarak beyaz badanalı evlerle göz göze geldim. Bütün damlar yosun tutmuş küf yeşili oluklu kiremitlerle kaplıydı. Balkonlar ferforjelerle süslenmişti. Cam içlerinde renkli sardunyalar göze batıyordu. Sokaklar daracıktı. Güçlükle bir park yeri bulup, hemen Plaza de Espana’daki bir kahvede masanın başına çöktüm. Acelemin nedeni iç savaşı düşlemekti. Hemingway’in ünlü romanı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” da anlatılanları gözlerimle görmek istiyordum. Elleri arkadan bağlanmış faşistler bu meydanda toplanıp, biraz ilerideki uçurumlardan aşağıdaki Tajo Nehri’ne atılmışlardı. Faşistlerle dövüşenlerden biri, bu ceza yöntemini şöyle açıklamıştı etrafını çevirenlere: “Kurşunları ziyan etmek istemiyoruz. Daha çok faşist öldürebilmek için onlara ihtiyacımız olacak.”
Düşlediklerimin çok acımasız sahneler olduğunun farkındaydım. Ama hepsi bu meydanda olup bitmiş gerçeklerdi. Dünya, bu olayları benim gibi Hemingway’in kaleminden okumuştu. Kitapta yazılanlar şimdi sayfalardan çıkıp yeniden sahneleniyordu sanki.
Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” adlı romanında Ronda’yı şöyle anlatmıştı: “Kent, ırmağın üzerinde yüksek bir bayırın üzerine kuruludur. Bir meydanı vardır çeşmesi olan; banklar vardır meydanda ve bankları gölgeleyen kocaman ağaçlar. Evlerin balkonları meydana bakar. Altı sokak açılır meydana. Meydanı çevreleyen evler bir kemer altı oluşturur. Öyle ki, güneş cayır cayır kavurduğunda insan kemer altının gölgesinde dolaşabilir. Meydanın üç yanı da kemerlidir, dördüncü yanında da ağaçların gölgelediği bir kaldırım vardır. Bu ağaçlar ırmağın aktığı yarın kıyısındadır. Yarın yüksekliği 300 kademdir.”
Banklar, çeşme, kemerli evler, gölgelik kaldırımlar... Hepsi tam karşımda duruyordu.
EVLER UÇURUMA BAKIYOR
Sonra Alameda Parkı’na gidip, uçurumları, aşağılardaki ovayı, uzaklardaki dağları, eski kasabanın uçuruma bakan evlerini izledim. Birden aklıma İtalya’nın en güneyindeki unutulmuş köy Eboli geldi. Bu köyü, faşistlerin sürgüne gönderdiği doktor Carlo Levi dünyaya tanıtmıştı. Bu köyün de tüm yolları Ronda da olduğu gibi uçurumlara açılıyordu. Köy öylesine unutulmuştu ki, yazar romanının adını “İsa Bu Köye Uğramadı” koymuştu. O köyde de bir kitabın sayfaları arasında görsel yolculuk yapmıştım.
Kireçtaşından oluşan kanyon, kasabayı ikiye bölmüştü. 100 metre aşağıda Tajo Nehri, küçük şelaleler yaparak akıp gidiyordu. Yamaçlar kaktüslerle kaplanmıştı. Görüntü hem ürkütücü hem de çok etkileyiciydi. Onun için 19. yüzyıl romantik gezginlerinin en sevdikleri yer burası olmuştu. Hemingway’dan başka Fransız yazar Alexdar Dumas, Alman şair Rainer Maria Rilke, Amerikalı sinemacı Orson Welles, İngiliz ressam David Bomberg de Ronda’nın aşıkları arasındaydı. Bunlar tanıdıklarımdı. Kimbilir daha kimler vardı bu kasabanın tutkunları arasında.
Rilke, iki ay kaldığı Reina Victoria Oteli’ndeki odasında en güzel dizelerini yazmıştı. Bu dizeler daha sonra İspanyol besteci Manuel de Falla tarafından notalara dökülmüştü. Otele gidip, müzeye dönüştürülen 208 numaralı odanın balkonundan manzarayı seyrettim. Karşıdaki eski kent, hemen altta ürkütücü kanyon, yeni ve eski köprüler. Bir şaire ilham verecek tüm görüntülere sahipti Ronda. Ama bu görüntüler, ressam David Bomberg’in hayatına mal olmuştu. İspanya kırsalının en güzel resimlerini yapan İngiliz ressam da Ronda’nın aşıklarından biriydi. Bu aşk yüzünden ucuz İspanyol sherry’lerini sabahtan içmeye başlamış ve sonunda karaciğer yetmezliğinden yaşama veda etmişti.
İKİ ASIRLIK YENİ KÖPRÜ
Kanyonun iki yakasını birleştiren muhteşem köprünün adı, her ne kadar “Puento Nuevo - Yeni Köprü” olsa da neredeyse iki asır önce yapılmıştı. İnsan o dönemde böylesine bir köprünün nasıl yapıldığına şaşırmadan edemiyordu. 11. yüzyılda yapılan ve artık kullanılmayan “Puento Vieja - Eski Köprü” ise daha aşağıda, fotoğrafçılara güzel pozlar veriyordu.
Köprüden geçip, eski kentin sokaklarını adımladım. Eskiden cami olan Santa Maria la Mayor katedrallinde, mihrabın hâlâ yerinde durduğunu gördüm, küçük dükkanlardan dostlarıma hediyeler aldım, portakal ağaçlarının gölgelediği küçük meydanlarda oturup, davetkar görüntüleri seyrettim. Convento de Santo Domingo’da, engizisyonun kirli izlerine bakıp ürperdim. 14. yüzyıldan kalma bir caminin minaresinin fotoğrafını çektim. 20. yüzyıl başlarında yenilenen belediye binasının iki revaklı ön yüzüne ve tavan işlemelerine hayran kaldım. Palacio Mondragon’un kemerlerini süsleyen Mağribi mozaiklerine ve alçı süslemelerine şaşkınlığımı belirttim. Ustaların başında durup, Ronda’nın ünlü çini tabaklarının nasıl boyandığını gözledim.
Eski kentin tüm sokaklarını gezdim. Bir Mağribi sarayının temellerinin üstüne inşa edilmiş olan Casa del Rey Moro’nun içinden, kanyonun dibine uzanan 365 basamağı ise inmeye cesaret edemedim. Çünkü çıkmayı gözüm yemedi.
EN ESKİ ARENADA
Tekrar karşı yakaya geçip, Plaza de Toros’ya gittim. Burası İspanya’daki en eski boğa güreşi alanlarındandı. 1785’te yapılan bu arenada bir çok ünlü matador yetişmişti. Modern boğa güreşine “Ronda Tarzı”nı armağan eden boğa güreşinin babası ve altı bin boğanın katili Pedro Romero, burada adını matadorlar tarihine yazdırmıştı. Kapıdan içeri girince, kendimi sarı toprak kaplı sahanın içinde buldum. İlk kez bir arena görüyordum. Dünyadaki her matadorun çıkmaya can attığı sahanın tam ortasında durup, boş tirübünlere baktım. Çıt çıkmıyordu. Halbuki kanlı boğa dövüşlerinde burada yer yerinden oynuyordu. Bastığım toprak zemine, kim bilir ne kadar boğa kanı dökülmüştü? Bir çok matador da, sivri boynuz darbeleriyle bu sarı topraklara cansız düşmüştü. Nedense ben bu kanlı dövüşü hiç sevememiştim. Nadir olarak televizyondan seyrettiğim karşılaşmalarda ise hep boğadan yana olmuştum.
Ronda’da zamanın hiç acelesi yoktu sanki. Yaşam, çok eskilerde yazıldığı, çizildiği gibiydi. Dar sokaklarda ilerlemeye çalışan otomobiller, köşeyi bucağı görüntülemeye çalışan digital fotoğraf makineleri, çeşitli tonlarda çalan cep telefonları, akın akın Japon turistler bugünü hatırlatan görüntülerdi.
Akşam olmuştu. Cordoba’ya dönme zamanı gelmişti. İstemeye istemeye otomobile bindim, gaza bastım. Ama yüreğimin ve beynimin bir bölümünün Ronda’da kaldığını biliyordum.
SOYLU BOĞALAR GÜREŞ İÇİN YETİŞTİRİLİYOR
İspanya denince akla ilk gelen simge boğa. Bu görkemli hayvan, tüm gezi boyunca karşıma çıktı. Otoyol kenarlarında, tepelerin zirvesinde, yamaçlarında dev boğa maketleriyle karşılaştım. Ayrıca tişörtlerde, hediyelik eşyaların üstünde, bayraklarda, atkılarda gördüm. Şöhretin nedeni, ülkenin milli sporunun baş rol oyuncusu olmasıydı.
Ronda, boğa güreşinin en önemli merkezlerinden. 200 yıllık, beş bin kişilik Plaza de Toros’ta filmlere, romanlara konu olan bir çok karşılaşma yapılmış, bir çok ünlü matador yetişmişti. Hemingway’in önemli kahramanlarından Antonio Ordonez burada bir çok boğaya diz çöktürmüştü. Ünlü arenada şimdi sadece eylülde, matador Antonio Orderez’in anısına boğa güreşi düzenleniyor. Temmuzda konserler, opera gösterileri yapılıyor.
İlk boğa güreşlerinin Girit’te yapıldığı söyleniyor. Sonra Etrüsklüler, Romalılar bu güreşin ateşli izleyicileri olmuş. Romalılar Kuzey Afrika’yı bu kanlı sporla tanıştırmış. 8.yüzyılda ise İspanya’nın güneyini işgal eden Mağribiler, boğayla nasıl güreşileceğini İspanyollara öğretmiş.
ARENANIN ASSOLİSTİ
Arena’da güreşecek boğalar özel olarak yetiştirilir. Bu boğaların soylu, cesaretli ve güçlü olmaları gerekir. Boğa güreşinde matador hemen arenaya çıkmaz. O bir assolisttir. En son noktayı o koyar. Boğayı kızdırmak için önce at üstündeki pikadorlar sahne alır. Mızraklarla boğanın ense kökünü delerler. Kan revan içinde kalan boğanın etrafını bu sefer Cuadrilla denen matador yardımcıları alır. Onlar boğayı yorar. Sonra ense köküne renkli kurdelelarla süslenmiş, zıpkını andıran kılıçlar saplanır. Boğa iyiden iyiye kan revan içinde kalır. Nihayet sıra matadora gelir. Büyük bir tezahürat arasında arenaya çıkan matador, kan kaybetmiş, yorulmuş, güçten düşmüş boğayla adeta dans eder. Kırmızı peleriniyle (muleta) onu kızdırır, aşağılar ve iyice yorar. O sırada orkestra pasadobleler çalmaya başlar. Eğer boğa hâlâ atak yapıp, matadoru zor durumda bırakırsa devreye tekrar Cuadrillalar girip, matadoru tehlikeden korurlar.
Boğanın dizleri titremeye başlayınca, matador elindeki kılıçla son darbeyi vurur. Hayvan dizlerinin üstüne çöker. Matador ona arkasını dönüp, tribünleri selamlar. Güzel kadınların attıkları çiçekleri toplar. Boğa ise sürüklenerek mezbahaya götürülür ve kasaplarca parçalanır. Etler ya lokantalara satılır ya da yoksul halka dağıtılır.
Ben bu güreşlerdeki kuvvet dengesini hep haksız bulmuşumdur. Yarı ölü hale gelmiş bir boğayı öldüren matadorların, neden kahraman ilan edildiğine hiç akıl sır erdiremem. Hatta en sevdiğim yazarlardan Hemingway’e, bu adaletsiz oyunda hep matadorları yücelttiği için kırılmışımdır. Onun için boğa güreşlerinde hep boğalardan yana olurum.