Dünyanın damında artık Buda oturmuyor!
Ayşe SÖZERİ CEMAL
Katmandu'nun büyüsü, uçağımız Himalayalar'ı aşarken hálá sürüyordu. Altımda bembeyaz mağrur zirveler, düşüncelerimin içinde turuncu-vişne giysileriyle yürüyen budist rahipler, dünyanın damına, mistik Tibet'e uçuyordum.
Nepal'in yeşili, Himalayalar'ın beyazı geride kaldıkça, Tibet'in kahverengi, boz, çıplak dağları görüntüye girmeye başladı. Yaşamın üremediği bu ıssız doruklarda, ancak tanrılar ve kutsal ruhlar barınabilir diye düşünmüştüm.
Yanılmışım... Çinlileri unutmuşum.
Yanılmışım. Tibet'e tapınakların renkli dekorları ve yanan mumların ağır mistik kokuları içinde girilmiyor. Uçaktan indiğimizde, hayattaki ve düşüncelerdeki renkleri silen yarı militer ve dünyevi bir ortamda buluyoruz kendimizi.
Birbirimize daha çok sokuluyoruz.
İKİ RUHLU LHASA
90 km. mesafedeki başkent Lhasa'ya doğru, kahverenginin tonları içinde yol alıyoruz.
Burada yoksulluğun rengi kahverengi.
İnsanlar yoksul, doğa da yoksul.
Yol kenarında akan suyun etrafında biten cılız ot ve ağaçlar, bilmedikleri görmedikleri yeşile öykünüyorlar.
İç burkan yoksulluğu Çinliler, Lhasa sınırında durdurmuşlar. Şehre geniş, modern caddelerden giriyoruz. Birbirinin eşi, iki katlı binalar. Yol boyunca uzanıyor. Bir köşede İngilizce, Lhasa Department Store yazan çok büyük bir mağaza. Karşı köşede bir müzikhol.
Zihnim gördüklerime isyan ediyor.
Burası benim hayalimdeki Tibet değil. Burası benim kafamdaki Çin de değil. Burası Orta Anadolu'da bir şehir sanki.
Daha sonra gezdikçe göreceğim ki, Lhasa gerçekte iki farklı dünya, iki farklı şehir.
Lhasa iki ruhlu.
Bir yanda Çinliler tarafından bugün denebilecek kadar yakın geçmişte kurulan, modern ama sıradan bir şehir. Diğer yanda, Tibetliler tarafından yüzlerce yılda inşa edilen, yıkımdan kurtulan eski Lhasa'dan arta kalanlar. Burası Tibetliler'in yaşam coğrafyası. Şehrin gerçek ruhu burada.
Ve Lhasa'nın onurunu işgale rağmen ayakta tutan, şehrin baştacı Potala Sarayı.
Zaten Potala Sarayı’nı gezince, içimdeki Çin işgali kırılıyor. Potala Saray’ı Tibet mimarisinin, inançlara duyarlı ince ustalığının abidesi.
Ahşap, toprak ve taşlarla inşa edilmiş 13 katlı, yüksekliği 117 metre. Potala'nın merkezindeki kırmızı sarayın ve iki yanındaki beyaz sarayların içinde 1000'den fazla oda ve 200 bin heykel yer alıyor.
Benim Tibet'im Potala'nın içinde. Burası yüce ruhların, alçakgönüllü yaşamlarının mekánı. Dini ve siyasi otoriteyi temsil eden Dalay Lama'ların yaşadıkları, çalıştıkları çok sade döşenmiş, mütevazı odaları. İçleri renkli heykellerle tıkabasa doldurulmuş, küçük tapınaklar. Abartısız bir saygıyı yansıtan Dalay Lama'ların mezarları. Umutlarını, yaktıkları mumların ışığıyla besleyen ziyaretçi Tibetliler. Burası Tibet'in yaşayan ruhu.
Şayet Tibet'in ruhu Potala'da yaşıyorsa, kalbi de Lhasa'nın dini ve coğrafi merkezi olan Jokhang manastırı çevresinde atıyordur.
BİLİNMEYEN RENKLER
Hayat benim için insanlar demek. Özellikle de kadınlar.
Sarı, turuncu ve vişne çürüğü kumaşlar içindeki Tibetliler, batılı giysili Tibetliler, birbirine karışmış Jokhang Manastır’ının etrafında yürüyorlar, dönüyorlar, oturuyorlar, ibadet ediyorlar. Kalabalıklar ve sessizler. Yaşam sanki onlar için manastır etrafında döndükleri, hiç ileri gitmeyecek, tekrarlanan bir daire gibi.
Kadınlar dikkatimi çekiyor. Her alanda, her yerde varlar. Üstelik renkliler. Doğada görmedikleri bu renkleri nereden öğreniyorlar merak ediyorum. Simsiyah saçlarını rengárenk taşlarla süslüyorlar. Boyunlarında renkli kolyeler sarkıyor. Üzerlerindeki giysiler belki de özlemlerinin rengini yansıtıyor. Ama belli ki, büyükannelerinden öğrendiklerini, geleneklerini, kültürlerini terk etmiyorlar.