Çölün dayanılmaz cazibesi
Hiç çölde kaldınız mı? Veya tatilinizin bir bölümünü geçirmek için bir çöle gitmeyi ister misiniz? Çöl ve tatil kelimelerini yanyana dahi getiremiyorsanız, yazıyı dikkatle okuyun. Kimbilir belki bir çöl macerası siz de anlatabilirsiniz.
Hiç çölde kaldınız mı..? Damdan düşer gibi bir soru.
Veya çölde kalmak nasıl bir şeydir? Yanıtınızı tahmin eder gibiyim ama sandığınız gibi değil. Çölde kalmak kadar keyifli bir şey yok. Hele hele geceler. Uzman bir çöl konaklayıcısı olarak anlatacağım. Bakalım yazımın sonunda çöle gitmeye karar verecek misiniz?
Arjantin'in Salta kentinden, ‘‘Bulutlara Giden Tren’’e bindiğimde henüz hiçbir çölle tanışmamıştım. Tren, kıvrıla kıvrıla And Dağları'nı tırmanmaya başladı. Yolculuğun ilk saatleri çok hoştu. Görüntüye, Güney Amerika köyleri, Lamalar, fötr şapkalı kadınlar girip çıkıyordu. Ama tren, adına yakışır bir şekilde bulutlara yaklaştıkça iş değişti. Aslında görüntüde bir farklılaşma yoktu. Farklılaşan bendim. Yükseklik 5 bin metrenin üstünde olunca, elim ayağım kesilmiş, midem bulanmaya başlamış, tüm hareketlerim yavaşlamıştı. Parmağımı dahi kımıldatmak istemiyor, konuşmuyor, başım cama dayalı, boş gözlerle And Dağları'nın bakır renkli zirvelerine dalıp gidiyordum. İlk defa bu kadar yükseğe çıkmıştım.
Zirvedeki birbirinden güzel görüntüleri çekmek için fotoğraf makinemi elime almaya üşeniyordum. ‘‘Bir dahaki sefere daha ilginçlerini görürüm’’ diye diye çekimleri hep erteledim ve And Dağları'ndan 3-5 kare fotoğrafla döndüm.
EN KURAK ÇÖL
‘‘Bulutlara Giden Tren’’den Şili sınırından inip, Rus yapımı askeri bir kamyonun arka kasasına yerleştim. Sınırı geçip, And Dağı'nın eteklerine gelince çöl başladı. Çölün adı Atacama. Dünyanın en kurak çölü. Ben oradayken, çöle bir damla su düşmeyeli tam 65 yıl olmuş. Bu, bir tek ot bile bitmeyen çöle, Camel Trophy'nin final yarışmaları için gelmiştim ve tam 12 gün bir çadırda konaklayacaktım.
Atacama Çölü, bildiğimiz kum çölü değil. Yumuşak, kırmızı renkli bir toprakla kaplı. O yüzden de kamyon giderken etraf toz dumandan görünmüyor. Tedbir olsun diye burnumuza toz maskesi taktık, onun üstünü kaşkolları sadece gözler açıkta kalacak şekilde sardık. Fotoğraf makinelerimizi de, çantalarda en diplere sakladık.
Bir yandan gidiyor, bir yandan da tozdan fırıncı çırakları gibi bembeyaz olan halimize bakıp, gülümsüyorduk. Bu zor yolculuğu uzun uzun tanımlamanın gereği yok. Amacımız, nasıl tozlandığımızı değil de çölde nasıl yaşadığımızı anlatmak. İçinizden, ‘‘Çöle giriş bile berbat, yaşamasında ne gibi bir tat olabilir?’’ diyebilirsiniz. Biraz sabır. Çölde yaşam anlatımına yaklaştım.
GECENİN AYAZI
Kamp kuracağımız yere geldiğimizde öğle olmak üzereydi. Güneş tepede yükseldikçe sıcak şiddetini artırıyordu. En ince giysileri giyip, çadırımı kurdum. Daha sonra su tankının önünde sıraya girip, kaynamaya yüz tutmuş sularla tozlardan arınmaya çalıştım. Ve çadırın gölgeliklerinin altına serdiğim altlığa uzanıp, etrafı incelemeye başladım.
Çevrede göz alabildiğine bakır rengi hakimdi. Canlı olarak bir tek bizler vardık, başka ne bir ot ne bir hayvan. Çöldeki ilk günümün ilk gündüzü çok sıcaktı. Çadırın içine girer girmez hemen dışarı fırlıyordum. Çünkü içerisi dışarıdan 5-6 derece daha sıcaktı. Sığınacak gölge bulamadığım için, kamp malzemelerini taşıyan kamyonların altına kaçıyordum. Herkes aynı işi yaptığı için orada da yer bulmak zorlaşıyordu. Akşam güneş batarken, hava birden serinlemeye başlıyor, hemen çadırın içine girip, çantada en kalın ne varsa üst üste giyiyorduk. Gece sıcaklık eksi beş dereceye kadar düşüyordu. Gündüz ne kadar bunaltıcı sıcak varsa, gece de o kadar dondurucu oluyordu. Uyku tulumlarının içine girip, fermuarı başımızın üstüne kadar çekerek uyumaya çalışıyorduk.
Bu, sabahın ilk ışıkları ile soyunup, güneş batarken giyinme işi tam 12 gün sürdü.
İlk günün paniği, ikinci gün biraz daha azaldı. Üçüncü günden itibaren ise çölden keyif almaya başladım. Gündüzleri kamptan uzakta bir tepeye çıkıp, sessizliği dinliyordum. Veya yıllarca önce kurumuş dere yataklarında yürüyerek, beni şaşırtacak canlı örneklerini arıyordum. Ama kaldığım sürece hiçbir şey bulamadım.
En zevk aldığım anlar ise güneş batımı ve ondan sonrası oluyordu. Güneş, çöllerde bir başka batıyordu sanki. Kocaman ateş topu, tüm kızıllığıyla ufuk çizgisine iniyor, oradan yavaş yavaş dünyanın diğer parçasına düşüyordu. İşte o an herşey susuyordu. Herkes ya matarasını ya da bardağını alıp, bir köşeye çekiliyor, bu muhteşem anı, elindeki içkiye meze yapıyordu. Ne bir fısıltı ne bir müzik. Kimse çölün sessizliğini kirletmek istemiyordu.
Güneşi yolcu ettikten sonra, etrafı kaplayan karanlığa, meydan ateşleriyle ‘‘merhaba’’ deniyordu. Ateşler yanıncaya kadar geçen süredeki koşuşturma, alevler yükselmeye başlayınca yerini yine mutlak sessizliğe bırakıyordu. Herkes bir hayal peşine düşüyordu.
Kim ne hayal kuruyordu hiç sormadım, kendi hayallerimi de kimseye anlatmadım.
KIVILCIMLARLA OYUN
Alevin sesini Atacama çölünde duydum. Bildiğimiz seslerden değildi. Sıcak bir sesi vardı. Sıcak, koyu bir sıvı gibi bir ses. Kıvılcımlarla hep oynuyordum. Ateşten fırlayanları gözlerimle yakalayıp, gökyüzüne kadar götürüyordum. Onları karanlıkların içinde kaybedince yeni kıvılcımlar yakalamak için tekrar ateşe bakıyordum. Yemek hazırlanırken sessizlik yeniden bozuluyor, hayhuy bitince herkes tekrar kendi iç yolculuğuna çıkıyordu.
Ben çölde çok şeyi sevdim ama gözdelerim yıldızlardı. O kadar büyüktüler ki, gökyüzüne takılmış avize sanabilirdiniz onları. Ellerim başımın altında takılıp kalırdım, kafamda bir sürü soru: ‘‘Hangisinde yaşam var, hangisine kaç yılda gidilir, büyüklüğü ne kadardır, ismi var mıdır?’’ Cevabını veremediğim bir çok soru daha. Gözlerim kapanıncaya kadar bakar ve sorardım.
Amerika'da karavanla gittiğim Mojave Çölü'nde de aynı duyguları yaşadım. Bu kez yolculuğum biraz daha konforluydu. Sıcaktan çok bunaldığım zaman karavanın içine kaçıyor, soğutma sistemini sonuna kadar açıyordum. Geceler serindi ama Atacama Çölü'nde olduğu gibi dondurmuyordu. Ama güneşin batışı, yıldızların gökyüzünden sallanışı, mutlak karanlık ve mutlak sessizlik hep aynıydı. İç yolculuklar, sonu gelmez hayaller çöl akşamlarının vazgeçilmez uğraşlarıydı.
SESSİZLİĞİN ÖZLEMİ
Dubai'de Umman Sultanlığı sınırına doğru, Hacer Dağları'nın eteklerindeki çölde de benzer keyifler vardı. Bu çöl gerçek bir kum çölüydü ve kumda yürümenin ne kadar zor olduğunu orada öğrendim. Hele kum fırtınasında, uçan çadırımı yakalayabilmek için soluksuz kalışımı hiç unutmadım. Küçük bir tepeye tırmanmanın bile neredeyse imkansız olduğunu gördüm. Attığım her adımdan sonra aşağıya doğru kayıyor, zirveden durmadan uzaklaşıyordum. Önceleri canım sıkıldı ama alıştıkça çocuksu bir oyuna çevirdim bu tırmanışları. Arap Yarımadası'nın çölünde de görüntüler hep aynıydı. Burada fazladan, gündüzleri kum tepeciklerinin aldatan gölgeleri vardı. Sürekli değişen, sürekli bir şeye benzeyen gölgeler.
Bu yolculuklardan sonra çölleri sevdim. Hele sessizliği özlediğim, kalabalıklardan bunaldığım zamanlar, hep çöller geldi aklıma. Tepsi gibi yıldızların altında kurduğum uçsuz bucaksız hayallerimi hatırladım.
Bugünlerde içimde yine kıpırdanmalar oluyor. Gözlerimin önünden kumlar uçuşuyor. Gürültü pisliğinden bunaldım. Falımda yine çöl mü göründü acaba?