Yazarların ilham atlası
Edebiyat kimi yazarlar için sadece kelimelerden ibaret değil; aynı zamanda yollarla da örülü bir serüven. Bu yollar bazen gölgelerin arasında gizlenmiş büyük şehirlerin hikâyeleridir; bazen uzak diyarlarda dalgaların sesiyle uykuya dalmaktır. Yazarlar yaratıcılıklarını besleyen ve onları en derin düşüncelere götüren seyahatlerini anlattılar.
Her yazarın kendine özgü bir kaçış noktası veya yolculuk tarzı var; bazıları için bu büyük şehirlerin karmaşası, bazıları için doğanın sükûneti, bazıları içinse eski tren yolculuklarının nostaljisi ya da uzak sahil kasabalarının dinginliği olabiliyor. Her yol, edebiyatçıların iç dünyalarında yeni kapılar açıyor, yeni hikâyeleri çağırıyor. Müge İplikçi, Başar Başarır, Doğu Yücel, Seray Şahiner, Yasemin Candemir ve Kaan Koç’a ilham aldıkları seyahat
deneyimlerini sorduk.
‘Ege’ye doğru şiirsel bir yolculuk’
Müge İplikçi, yazar
Doğruya doğru: En nitelikli yolculuklarımı dört duvar arasında yaparım! Ancak ille somut bir yoldan bahsedeceksek, bu ülkenin en güzel rüyalarından biri olan Ege’yi anmadan geçemem. Çocukluğumdan beri yazın en keyifli zamanlarını geçirdiğim Ege ve özellikle Ayvalık, daha yola çıkmadan bütün rayihasıyla ruhuma dolan şiirin ta kendisidir. Yola çıkmak bir eylem olabilir ancak yolun kendisi başlı başına bir hikâyedir burada. Öyle ki içime dolan huzur, canlılık ve doğadaki o katmanlı hal, klavyenin karşısında da kendine bir rota çizer. O rotanın içerisine dalan zeytin ağaçları, elbette başrolü oynar. Ama... Bir de deniz vardır ki yaratıcılıkla yaşamın iç içe geçtiği yeşil-mavi bir anlam demektir. Hayatımın birçok döneminde Ege’ye revan olmuşluğum ve çoğunlukla hemen her seferinde, yazdıklarımın karşısına ‘ruhum’ dopdolu dönmüşlüğüm vardır.
‘Dünyanın en güzel günbatımı Çeşme’nin
o sessiz koyundadır’ Doğu Yücel, yazar
Hayatın harala gürelesinden kaçışın en kestirme yolu odama kapanmaktır. Ama eski bir İzmirli olarak her yaz gittiğimiz Çeşme'deki yazlığımızın da yeri ayrıdır. Çeşme'de yazlık denince insanın aklına villa tipi gibi bir şey geliyor, bizimkisi bir sitede iki göz apartman dairesi gibi bir ev. Çeşme'nin az bilinen bir koyunda.
Özellikle hafta içleri çok sakin olur, iki rezidans dikilmeden önce çok daha sakindi. Çocukluğumun en güzel zamanları burada geçti; hırsız-polis oyunları, kozalak savaşları, site sakinlerine çizgi roman ve limonata satışları yapmak, plajda gitar çalmalar, film çekmeler hayal gücümü epey beslemiştir. Bence dünyanın en güzel günbatımı buradan izlenebilir ama tam noktasını bilmeniz gerek. Son kitabım ‘Uzak Dünyalar’ bizzat bu sitede geçiyor, bu ilham verici yere bir saygı duruşunda bulunmak istedim. Ama kitapta da adresi net vermedim, ufak ipuçlarıyla yetindim, çok da keşfedilsin istemiyorum çünkü.
‘Kozak denen yeşil deniz’
Başar Başarır, yazar
Kozak Yaylası’nın adını ilk defa 2000’lerin başında Hakkı Devrim’in bir yazısında okumuştum. Rahmetli Hakkı Bey çok meraklı, meraklı olduğu kadar da aksiyonperver bir şahsiyetti. Kimsenin bilmediği yerleri araştırıp öğrenmekten muazzam haz alırdı. Ailesiyle birlikte o yaz yaylada tatil yapmış, dönüşte de gazetedeki köşesinde öve öve bitirememişti. Söylemesi ayıp, benim pek Hakkı Bey’den aşağı kalır yanım yoktur. Yazıyı okuduktan sonra hemen arkadaşlarla toplanıp palas pandıras Ayvalık’a, oradan da Kozak Yaylası’na gitmiştik. Lakin o seyahatten biraz hayal kırıklığıyla döndüydüm.
Şöyle ki, Kozak denen bölge öyle elle tutulur, gözle görülür, sınırları hissedilir bir alan değildi. Ortalıkta Kozak adında bir yerleşim yeri yoktu. Çok geniş bir muhite yayılan, 17 köylük, koskocaman bir bölgenin müşterek adıydı Kozak. Bu 17 köyün çoğu Bergama üzerinden İzmir’e bağlıyken, bazısı da Ayvalık üzerinden Balıkesir’e ait görünüyordu tapu kütüğünde. İki komşu ilçeyi bağlayan ve yükselerek ilerleyen vadi boyunca sağa sola serpiştirilmiş küçük küçük yerleşimlerdi bizi bekleyen. Bu haliyle geldim mi, gittim mi, geçtim mi pek anlaşılmıyordu. Üstüne bir de yabanilik, acemilik, yol iz bilmeme eklenince… Neticede kuyruğumuza bak baka gerisingeri dönmüştük bu ilk denemeden.
2013 senesinden itibaren yaylaya yeniden gitmeye başladık. Böyle avara kasnak dolaşıyor, ayağımız yolun izine, tarlanın keseğine adamakıllı alışıyor, yaylanın insanlarıyla tanışıp, selam alıp verir hale geliyorduk. Okullarda 23 Nisan törenlerine katıldık, kabristanları ziyaret ettik, ramazanda verilen köy iftarı için kara kazanlara çalınan keşkeklerin kokusunu içimize çektik, arı kovanlarının yerini ezberledik. Hangi minarenin taşı hangi vakitte Antep’ten getirilmiş, onu bile öğrendik. Aslında ben yabani adamımdır, kolay kolay kimseyle kaynaşamam. Ama Kozak öyle acayip bir yer ki siz istemeseniz bile o sizi içine çekiveriyor. Hele yaylaya adını veren o fıstık çamları… Ve o çamlardan emek emek toplanılan kozaklar, kozakların içlerinden çıkan dünyanın en leziz, en yağlı fıstığı…
Gide gele, bu altın değerindeki çamfıstığını kilitli karnında saklayan kozalakların nasıl toplandığını, keye denen aletin hangi ağaçtan nasıl yapıldığını, nasıl kullanıldığını, keyeciliğin ne denli zorlu bir iş olduğunu öğrendik.
Zaman akıp giderken tastamam anladık ki Kozak denen bu yeşil deniz, göze görünenden ibaret değildir. Burası çok başka bir diyardır. Taşından, ağacından, suyundan anlarsan o da
sana konuşur. Türlü türlü hikâyeler anlatır. Tabiata dair bir destan saklıdır bu yaylada.
Yeter ki kulak ver, dinle.
Misal, rahmetli Mustafa Dayı… İyilikle dolu bu yaşlı adam, yaylanın tepesinde, dağın tam başında kaynayan bir pınarı havuzlamış, şifalı olduğuna inandığı suyu gelene geçene içiriyordu. İstediği de ne? Bir kuru hayır duası.
40 sene önce Mustafa Dayı fena hastalanmış, öyle bir hastalık ki az daha öleyazmış. Hastanede yatarken rüyasına bu pınar girmiş. Pencereden atlayıp kaçmış, aramış bulmuş, gelip suyun başına oturmuş. O günden beri de kalkmamış.
Ağır çekim bir felaket...
Aynı zamanda bir heykeltıraş olan Mustafa Dayı’nın yerel kayalardan yonttuğu nahif heykeller hem yazılı hem renkli hem de çoğu kez üçboyutlu. Okumaya, bakmaya, karşısına geçip izlemeye doyamıyorsunuz. İşte dayının maharetle şekil verdiği bu şahane taşa Bergama grisi deniyor ki, granit âleminde bir çeşit kralmış.
Maalesef insanoğlu hiçbir güzelliği olduğu yerde bırakmıyor. Bu kez de öyle oldu. Değerli Bergama grisinin peşine düşen taş ocakları ve madenciler yaylaya dadandı. Yıldan yıla, günden güne çoğaldılar. Ağaçlar kesildi, fıstıklar azaldı. Kamyonların, iş makinelerinin savurduğu tozlar o güzelim yeşil denizi yavaş yavaş griye boyamaya başladı.
Çukur belası yetmezmiş gibi tee Amerikalardan kalkıp gelen ve bütün Akdeniz Havzası’na musallat olan bir de zararlı böcek bomba gibi düştü mü yaylaya?
‘Leptoglossus oksidentalis’ denen bu musibet hayvan, hortumuyla kozalakların içindeki körpe fıstığı hüüp diye emmeye başladı mı? Hadi gelin çıkın işin içinden.
Adeta gözümüzün önünde ağır çekim bir felaket yaşanmaktaydı…
Yıllar aktı geçti, çocuklar büyüdü, artık bizi beğenmez, ana-babalarıyla gezmez oldular.
E, bizde de saçlar ağarınca… Yalan yok, biraz hızımız kesildi. Ama ne demişler: Köylüyü köyün içinden çıkarırsın da köyü köylünün içinden öyle kolay çıkaramazsın.
2022’de son romanımı yazmaya başladığımda asıl niyetim bir kardeş kavgası anlatmaktı okurlara. Ne çare ki Kozak Yaylası ve oralarda yaşanan fecaat içime işlemiş, geldi oturdu romanın merkezine. İnsan sevdiğini, bildiğini kolaycacık yazıyor. Elim değmişken yaylanın suyunu, ağacını, fıstığını, insanını bir güzel anlattım. Güzel dediysem, öyle sadece övmekle değil. İyisiyle kötüsüyle. Son sayfa bitip roman kapandığında değerli eşimle baş başa verip bir isim aradık. Elbirliğiyle ‘Dünyanın Bütün Fıstıkları’ demeye karar kıldık. Bilen bilir, ben fotoğrafa meftunum. Eşeğe semeri ağır gelmez hesabı, elimden kameramı bir an olsun bırakmam. Kozak Yaylası’nı yıllar boyu gezerken dağı, taşı, hele o güzelim fıstık ağaçlarını döne döne çekmişim. Karda, yağmurda, baharda çekmişim. İşte fotoğrafladığım o sayısız fıstık çamlarından biri de geldi, romanın kapağına kuruldu. Böylece yaylaya olan borcumu bir nebze ödemiş saydım kendim.
Şimdi programın adı Çalakalem*. Hani insanı düşündürtmüyor değil ‘Acaba neyin peşindeler’ diye. Ama sonuçta işin içinde çok eski dostum Bilge Egemen vardı. Zaten onu da bizim ihtiyar, İlhami Algör uyandırmış. Neyse efendim, nazikçe davet edildim. Ne yapacağım? 10 dakika, 800 kelime bir metin yazacağım. Üstüne bir de yazdığın şeyi okuması var. Kendin çal, kendin oyna hesabı. Dedim “Yaparım. Yaparım ama iki şartım var. Bir: Konuyu kendim seçerim. İki: Lafıma karışmak yok.” Dediler “Ne halin varsa gör!” Sonuçta iki dakikada yazdığımı iki saatte zor okudum. O pepeme halimle, lafı ağzımın içinde dolandırıp kelimelere eziyet ede ede konuştum. Neyse ki yapım ekibi hep okumuş çocuklar. Beni idare ettiler.
Hatta üşenmeden yaylaya kadar gidip Kozak bölgesini şapşahane çektiler. TRT2’de yayımlandı. Açtım baktım ki nefis olmuş. Nihayetinde ortaya bir romanın yazılma öyküsü çıkmış. Vallahi bütün aksiliğime rağmen ben bile beğendim. Bilmem siz ne dersiniz?
* TRT2’de yayımlanan bir edebiyat programı. Başar Başarır bu programda anlattığı Kozak Yaylası metnini Hürriyet Seyahat Sonbahar için güncelleyerek hazırladı.
‘Tartışmasız bir edebiyat başkenti’
Yasemin Candemir, yazar
Her yazarın dürtüsü ‘gerçek’ dünyayı kısaltılmış, abartılmış, şiirsel bir tarzda temsil eden kurgusal bir dünya yaratmaktır. New York’un yadsınamaz çekiciliği, nabzı, atmosferi, insanları beni yıllardır kendine çekiyor. Dünyanın en büyük şehrinin cesur, filtresiz büyüsü, New York City’nin caz kulüplerinin canlı enerjisi benim ilham rotam. Aslında NY’a âşığım. Bu yüzden Müptela Yayınları’ndan yeni çıkan polisiye kitabım ‘Kaderin Kırmızı İpi’ New York’ta geçiyor. Bence New York’u bir şaire verin, kullanabilir, şiirleştirilebilir. New York, Herman Melville ve Edith Wharton’ın karalamalar yaptığı günlerden beri tartışmasız bir edebiyat başkenti oldu. Bugün New York tartışmasız gezegendeki en büyük yazar yoğunluğuna ev sahipliği yapıyor. Şehrin yazarları içine kapanık olmaktan çok uzak, gürültülü bir şekilde sosyal ve hedonist bir grup gibi. Sonuç olarak, geçmişten en değerli edebiyat tapınaklarının, kitapçıların, barların, restoranların, otellerin ve kulüplerin çoğu bugün de gelişmeye devam ediyor ve editoryal savaş hikâyelerini paylaşmak, zaferlerini kutlamak ve (çoğu zaman) üzüntülerini boğmak için yeni bohem ordularını kendine çekiyor. Ben de onlardan biri olmaya adayım. Bunu söylemek bile kalbimi gıdıklıyor. New York tartışmasız modern tarihin en büyük edebiyat ilham perilerinden biridir; Frank O’Hara kirli sokaklarını övdü, Gay Talese kedilerinin sosyal düzenine hayran kaldı ve sayısız deneme yazarı Central Park’ın ihtişamını aktardı. Gotham’ın pek çok hayranı arasında Jack Kerouac da vardı. Kerouac’ın ‘Yolda’ kitabı, yayımlanmasından bu yana neredeyse 60 yıl geçmesine rağmen bana hâlâ pek çok şey yapma konusunda ilham kaynağı oluyor. Özellikle de Manhattan’a uyguladığı duygusal haritacılık benim de ilham rotam. Kitabımda o rotadan çok iz bulacaksınız. Kerouac ve şair ‘beatnik’ arkadaşlarıyla dolaşır gibi dolaştım defalarca sokaklarda, köprülerde, Times Meydanı’nda, kafeteryalarda ve sahilde.
‘Olimpos’ta geceleri bahçeye çıkıp karanlıkta yazdım’
Seray Şahiner, yazar
Bazen dünyanın en uzun süren yolu, evdeki koltuk ve yazı masası arasındaki yol oluyor. Seyahatlere de genelde masadan kaçtığım dönemlerde çıkıyorum. Pek de hazırlanmam. Bir saatte karar verir, bavulumu toplar, biletimi alır, giderim. Yola yazmamak niyetiyle çıkarım ama bilgisayarımı yanıma alırım. Ya yazmak istersem diye… Zira yazı masasının ve yolun ne getireceği pek kestirilemiyor. Bir yere gittiğimde, ancak gördüğüm yeni yerlere gözüm alıştıktan sonra masaya oturabiliyorum. ‘Kul’ romanımı yazarken, evde sürekli masadan kaçıyordum. Tuhaf tuhaf bahaneler uyduruyorum: Bulaşıkları yıkayayım da romana başlayayım, çatıyı yaptırayım da romana başlayayım... Metnin ilk taslağını yazmıştım ama tazelenip masaya geri dönemiyordum. Bir tatile gideyim dönüşte temiz kafayla başlarım diye Olimpos’a gittim. Bir gece pansiyonun bahçesindeki çardakta, haberlere bakmak için bilgisayarımı açtım. Bir baktım Word belgesini açıp romanımı tekrar yazmaya başlamışım. Bütün gece yazdım ve sabah kendime dedim ki, nihayet masaya tekrar oturabildim, buradan kalkmamalıyım. İstanbul’a dönüşümü erteledim. Nasılsa yazmam diye küçük dizüstü götürmüştüm. Ertesi gün bozuldu. Kasabaya inip tamir ettirdim. Olimpos’a döndüğümde gene bozuldu. Artık etrafımda deniz mi var, antik kent mi, doğa mı, hepsini unuttum. Tatil mefhumu zaten yitti ama aklıma eve dönmek gelmiyor. Yazacağım yeri buldum ya. Dedim ki,
ben bu kitabı çivi yazısıyla da olsa yazacağım. İstanbul’dan büyük dizüstü bilgisayarımı otobüsle yollattım. İki ay kadar, sessiz olsun diye, insanlar uyuyana dek bekleyip, el feneriyle bahçeye çıkıp karanlıkta yazdım. Pansiyondakiler gece yazarken Türk kahvesi yapabileyim diye mutfağın anahtarını vermişti. Sonra sezon bitti, tatilcilerin çoğu gitti, bahçe sessizleşti de yazarken gün yüzü görebildim.
Diyarbakır’ın ritmi tanıdık
İstanbul’a döndüğümde kasım sonuydu ve ‘Kul’ kitabımın ikinci taslağı da büyük oranda bitmişti. Yenisi olduğum bir yerde çalışabilirim ama yabancısı olduğum bir yerde önce kendi ritmimle oranınkini dengelemem lazım ki masaya oturabileyim. Zaten yazı benim için yeterince çalkantılı bir süreç. Galiba bir yerde yazabilmek için asgari bir güven ve tanıdıklık duygusuna ihtiyacım oluyor. O da zaman tamponuyla kuruluyor. Gittiğim bir şehir ya da kasabada; kahvede çalışan arkadaşlar, artık kahveyi nasıl içtiğimi hatırlıyorsa, orası artık benim için o kadar da yabancı olmayan ve yazabileceğim bir yere dönüşüyor. Diyarbakır’da bir evindelik duygusuyla yazıyorum. Çünkü şehrin ritmi ve çokkültürlülüğü, İstanbul’dan tanıdık olduğum bir his veriyor. Bir de Diyarbakır Suriçi’ndeki sokaklar ve surlar bana biraz İstanbul’da büyüdüğüm semt olan Samatya’yı hatırlatıyor…
Ritmi benimkine benzediğinden Adana’da da rahat yazıyorum. Burgazada ve Fethiye-Çalış bölgesinde de gayet güzel çalışıyorum, doğada şaşırılacak bu kadar çok güzel şey olduğunu fark etmenin yorgunluğundan sonra, masa bana dinlendirici geliyor galiba. Yurtdışında ise kaosu ve kozmopolitliği İstanbul’u anımsatan şehirlerde daha rahat yazıyorum. Londra, Amsterdam ve Beyrut’ta… Yazarken şehrin bilmediğim yerlerini görmeyi kaçırıyor muyum telaşına kapılmadan yazabiliyorum. Çünkü kafeler ve kahveler yoluyla bir illiyet
bağı kurduktan sonra orası o kadar da bilmediğim bir şehir olmuyor… Yolculuk hayatımızın en
Brechtyen unsuru. Yola çıkmak, yeni bir yere varmak, yazmakta olduğum metne dış göz olarak bakabilmem için gerekli mesafeyi sağlıyor.
‘Bir su olmak, yolda olmak, belki de benim için en iyisidir’
Kaan Koç, şair
Ben en çok büyük şehirlerin toplu taşımalarında etkilenirim yollardan ve yollarda karşılaştıklarımdan. İster İstanbul olsun ister başka bir ülkenin metropolü; doğaya karşı gelen insanın yarattığı o manzaralar, o yeraltı tünelleri ya da toprak üstü asfaltları, binalarla ağaçların birbirlerine sataşan görüntüleri ve insanoğlunun mutsuz, umutsuz, bıkkın fakat aynı zamanda azimle sürdürdüğü o günlük mücadele… Metrolarda mesela, insanları seyretmeyi, metroyu sabahları ve akşamları dolduran o garip hissi çok severim. Koşuşturmanın içinde, o koşturanlardan biri olsam bile bir flaneur olup dışarıdan kalabalığı izlemek beni epey besler. Bu çatışmalardan beslendim, beslenirim her zaman. Fakat yine de mesele yol ve yolculuk olunca etkilendiğim çokça rota oldu hayatımda; Milano-Como arası tren yolculuğu ve yer yer çağlar öncesinden kalma manzaraları, Berlin Tiergarten’da kaybolma hissi, Ohrid Gölü’nün kenarındaki eski püskü sokaklarda yapılan akşam yürüyüşleri… Kendi iç yolculuğumdaki kaybolmaların ve kendimle karşılaşmaların bir yansıması/tetikleyicisi olmuştur. Yol ve yolculuklarla ilgili bir diğer sevdiğim his ise uzun yolculuklarda araba kullanmak… Bir şeylerin yanından yöresinden onlara sadece temas edip içlerine girmeden geçip gitmek, yolda akmak, yolda olmak hissi. Şehirlerin, dükkânların, otobanların içinden geçip gidersiniz, hiçbir şey sizi durdurmaz, rastlantısal yerlerde durmayı tercih edersiniz ya da etmezsiniz. Bir su olmak, yolda olmak, belki de benim için en iyisidir. Çünkü bilhassa şiir ve şair, fiziksel olarak çoğunlukla çok durgun ve çakılı görünseler de iç dünyalarında asla durmazlar, daima karışık ve çapraşıktırlar.
Kısacası hayatımda çok yol, yolculuk, rota ve şehir oldu. Beni hâlâ hatıralarımda etkileyen, anneannem ve dedemle yaptığım Çanakkale, Akçay ve Ayvalık yolculukları da dahil elbette… Ne de olsa insanın bir parçası hep eski yollarda ve yolculuklarda akar gider.