Paylaş
Ülkelerinin büyük bir bölümün çöl olduğunu düşünürseniz, yeşil bir cennete karşı bu özlemi anlıyorsunuz. Amman’da apartmanların düz çatılarında, televizyon antenleri ormanı arasında, dev su depoları gözünüze çarpıyor. Haftada bir gün su veriliyor imiş ve kıt zamanlarda ise, sadece 12 saat. Su borularını ise bir Türk firması döşemiş dediler. Tüm hafta bir depo su ile yaşamak zorundasınız. Etraf fazla yeşil değil, bizdeki sebze ve meyve sergileri de burada pek gözünüze ilişmiyor, “İstanbul Jannat.. Jannaaat” haykırmalarını anlıyorsunuz.
Gerçi ben de onlara şöyle cevap verdim, “Sizler ateşin tam orta yerinde oturuyorsunuz ama hayret, hiç bir yeriniz yanmıyor”, hakikaten de öyle. Komşuları; İsrail, Filistin, Suriye, Irak ve Sudi Arabistan. 1994 de Kral Hüseyin, Rabin ve Clinton’nun imzaladığı “Washington Bildirgesi” barışın temel taşını oluşturmuş. Kral Hüseyin’den sonra yerine geçen oğlu şimdiki kral II. Abdullah da bu anlaşmaya saygılı olmuş.
Havaalanında Ürdün Kralları: Soldan saga; Hüseyin, Şimdiki kral II Abdullah ve Veliaht Prensi Hüseyin.
Her ne kadar halk arasında, bu anlaşmadan İsrail’in çok daha karlı çıktığına ve pek adil olmadığına inananlara rastladımsa da, bu konuda fazla konuşmak istemiyorlar. Ancak her iki ülkenin de, bu savaştan canlar, topraklar ve 20 şer milyar dolardan fazla para kaybettiğini düşünmek gerekir. Bu yazı ve bu köşe politik bir platform değildir, bu nedenle bende karşılaştığım ve sohbet ettiğim Ürdün’lüler gibi bu konuyu daha fazla irdeleyemeyeceğim.
Başkent Amman dört milyon nüfuslu bir şehir. En tepede Roma kalıntıları ve Herkül tapınağı etkileyici.
Dev bir Herkül heykelinin varlığını geride kalan elinin bir parçası ve parmaklarından anlıyorsunuz.
Su problemi Roma zamanından miras kalmış olsa gerek, dev bir açık su sarnıcı inşa edilmiş.
Roma harabelerine okul gezisi. “Kızlar yokmu sınıfta” dedim, kızların mektebi ayrı imiş, aynı binada okumuyorlar.
Ürdün Büyük İskender ve Helenistik devirden sonra 400 sene Roma ve Bizans hakimiyetinde kalmış. 365 yılında Müslümanların eline geçen Ürdün, 1516 daki Mercidabık savaşı ile Osmanlı hakimiyetine girmiş ve 1916 ya kadar 400 sene Osmanlı toprakları imiş bu diyar. Casus “Arabistanlı Lawrence”ın kıvrak! yalan ve dolanları, İngiliz altınları ve boş vaadler ile kandırılan Araplar, ilerde çok pişman olacakları bir “Bağımzılık Savaşına” girip Osmanlı’dan ayrılmışlar. Vaad edilen “Büyük Arap Birliği“ hiçbir zaman gerçekleşmemiş, aksine emperyalist planlar sonucu İngiliz boyunduruğu altına girmişler.
Ürdün deyince bir “künefe” çekti canımız. İyi künefe sokaktaki künefecide yeniliyor tabi. Bir kaç çeşit “kunafa” yapılıyor. “Bizim irmik helvası gibi demekki burada, bizdeki gibi tel kadayıftan değil”, derken, yanımdaki Ammanlı beyefendinin tabağına kaydı gözüm, “aaa işte bu tam bizdeki gibi tel kadayıftan yapılmış ” derken, kayan gözümü farkeden sempatik bey, künefesinin yarısını benle paylaştı. Çok agır değil idi ve derhal yok ettim. Her iki kibar bey de emekli subay imişler ve 10 yaşlarından beri bereber büyümüşler ve beraber çok künefe paylaşmışlar. Bir Türk olarak bu kardeşliğe beni de dahil ettiler ve künefelerini benle paylaştılar.
Tozlu Amman’da künefeden sonra canım bir “mırra kahve” çekti. Meğerse şehir merkezinde tüm kahveler binaların ikinci katında imiş. Fazla para kazanamayan kahvecilerin paraları anca ikinci kat kirasına yetiyor imiş. Mırra kahvenin bizim Güneydoğu daki kadar güzel olmadığını söyleyebilirim.
Yeryüzünün en alçak notkasında, denizlerden 10 kat daha tuzlu bir suda uzanmaya ne dersiniz.. Bahr’ül-meyyit yani “Ölü Deniz” deniz seviyesinden 350 metre aşağıda, yosunlar dahil hiç bir canlının yaşamadığı bir su kitlesi. Kaldırma gücü öylesine fazla ki, biraz panikliyorsunuz çünki batamıyorsunuz. Kafanızı suya sokmanız ise kesinlikle yasak. Vücudunuzda açık yara da olmayacak, hatta dudağıma biraz su bulandı ve bayağı yaktı ağzımı. Panik olmayıp da kendinizi bırakırsanız uzayda, yerçekimsiz bir ortamdasınız gibi. Altınızda bir su şiltesi ile en rahat yataktasınız. Tuz kayaları üstünde sadece birtek Ürdün nehrinin aktığı bu ölü deniz, küçülme ve tamamen kuruma tehlikesi altında imiş.
En etkileyici mekan ise “Enbad Krallığı” zamanından kalan bir şaheser, “PETRA”
Enbad Krallığının soyu ve nereden geldikleri hala tam olarak bilinmiyor. Milattan evvel kurulmuşlar ve MS 106 da Roma’lılar tarafından yıkılmışlar. Kuzey-Güney ve Doğu-Batı kervan yolları tam burada, bu saklı vadide kesişiyor. Enbadlar tam bu saklı vadide kurmuşlar kayaya oyulmuş şehirlerini. Ticaret canlılığından zengin olmuşlar. Yumuşak kayalara tabiat ana tarafından oyulmuş dar ve derin bir vadi (Arapçası wadi) çok etkileyici.
Hafif yokuş aşağı yürüyoruz. Hava sıcak, soluklanmak için oturuyoruz ılık taşlara. Bedevi gençler “surma veya kohl” çekilmiş gözleri ile turistleri süzüyorlar. “Senin nasıl güneş gözlüğün varsa, bizim de kohl’umuz var” diyor bedevi genç.
Bedevilerin kendi ırklarından seçilme Jandarmaları da var ama çok şık. Bu seyahatte değişik hayat görüşleri ve felsefeleri ile bu bedeviler beni benden aldılar.
Bedevi gençler ile sohbetteyim. Alman bir turist yaklaşıyor ve gence soruyor, “Şu gözlerinize çektiğiniz kalemlerden varmı, satın almak istiyorum, kaç dinar?” Bedevi genç, “Ona “surma” denir, bizim örf ve adetlerimizdir, atalarımızdan bize yadigardır, sana satamayız”. Alman turist gittikten sonra bana dönerek, “bu kurallar senin için geçerli değil, sana hediye ederiz” diyor ve çöl sıcağında bir parça su serpiyor yüreğime.
Kral bedevileri çok seviyormuş, onları yaşadıkları mağaralardan çıkarmış ve modern bir köy hediye etmiş, ama gençler gizlice geri kaçmışlar mağaralarına. Kıvrak Arap atları yanlarında mağarada yaşamak istiyorlar. “Kablosuz internetimiz bile var mağaramızda” dedi Bedevi genç. Bir dahaki sefer bir kaç gün takılmalıyım onlara, bir de altıma Arap atı, surmaları da çektimmi gözüme tutmayın beni….
Paylaş