Paylaş
Cevahir Bedesteni, 3400 metrekare alanı kaplar ve sekiz sütun üzerine 15 kubbeli çatısı vardır. Değerli kumaşlar ve mücevherler satıldığı için sıkı koruma altına alınmış bir binadır. 1.5 metre kalınlığında duvarları ve demir kapıları vardır. Duvarlarında ağır kasalar gömülüdür. Emanet bırakmak isteyenler muhafızlar eşliğinde ve gözetim altında mühürlenecek kutularla emanete kıymetli eşya bırakırlarmış. Bir nevi zamanın bankası oluverir ve düşük faizli ödünç para ve altın da verilmeye başlanır. İkinci bir Bedesten inşa edilir. Burada sadal bezi satılmaya başlanır. Bursa’da imal edilen ipek ve pamuklu karışımı bir bez.Bedesten ve çarşı ilk defa 1651 yılında yanmış. 1710 yılında sultan İkinci Mustafa zamanında bir kere daha yanınca, bu defa kargir olarak ve kubbeleri tuğladan yapılmış. 1 Temmuz 1825 tarihinde bir daha yandı. 10 Temmuz 1894 tarihindeki ‘Küçük Kıyamet’ olarak anılan ve 45 gün süren büyük zelzelede tamamıyla yıkılınca, yıllarca enkaz kalkmamış, sonunda Kapalıçarşı’da zarar görenlere Abdülhamid Han, bizzat kendi parasıyla yardım etmiş. Sultan’ın emri ile dört yıllık bir inşa çalışması neticesinde bugünkü şekilde yeniden, alışverişe açılmış.Bimbir gece masalı diyarı
Bundan sonrasını da meşhur Norveçli yazar Knut Hamsun’un ‘Hilal’in Altında’ adlı seyahat kitabından dinleyelim. “Öyle dükkânlar ve acayip imalathanelere tesadüf ediyorum ki, yalnız dolaşmasaydım asla göremezdim. Kubbeli, tonozlu mekânlardan, duvarları arabesk süslemeli geçitlerden, siyah ve beyaz taşlardan yapılmış sütunların arasından geçtim. Burada camiler, sebiller ve içinde her çeşit insanı bulunduran mistik avlular vardı. Müthiş bir insan kalabalığı etrafımda kaynaşıyordu: Ağır yüklü arabalarını çeken hamallar yolu açmak için bağırıyorlardı. Hadımağalarının refakatinde peçeli kadınlar Kapalıçarşı’yı dolaşmaya çıkmışlardı, esnaf her çeşit malı satışa arz ediyor, çöl bedevileri göğüslerine çaprazlama asılmış tüfekleri ve bellerindeki hançerleriyle gelip gidiyorlar, dervişler iç çekip, ellerini göğe açıyorlar, dilenciler birinin yolunu çevirip, ayaklarına kapanıyor, ret cevaplarını anlamazlıktan gelerek çanaklarını burnunun dibine kadar uzatıyorlardı; eşekler ve köpekler tahammül edilemeyecek derecede şamata yapıyorlar, Hindistan’dan ve Mısır’dan gelen kokulu mallarla yüklü develer, kalabalığın arasında salınarak ilerliyorlardı.
Bir Arap 1001 gecesi! diye düşünüyor ve bu harikuladeliğin içine dalıyorum.
Bir silahçı dükkânın önünde Ermeni satıcı durmuş, elindeki çelik kılıcı başının üzerine kaldırarak bana sesleniyor. Elleriyle kılıcı bir yay gibi büküp, açarken havada bir vınlama duyuluyor. Kılıç duvara vurulduğunda gümüş tınısı veriyor. Satıcı havaya bir çelik tel yumağı atıyor, kılıcı indirip, tel yumağını ortasından biçiyor. Sonra gülerek bana kılıcın ağzını gösteriyor, tek bir çizik bile yok.
Sempatisini kaybetmeyen esnaf
Çarşının Türk esnafı başlarında haşmetli türbanlarıyla dükkânlarının önünde bağdaş kurmuş oturuyor ve hiç ses çıkarmıyorlar. Eğer alıcıysam, altın yaldızlı şişeler içinde satılık merhemleri ve esansları ve gül yağları ve kokulu hapları var. Burada odalıkların ve efendilerin güzel kokması için türlü türlü sular, gözleri parlatmak üzere tozlar, kahveye katılmak üzere keyif verici damlalar bulunuyor. Alıcı değilsem de ziyanı yok. Bu esnaf haşmetli burunlu, sakin ve vakur insanlar. Oturmuşlar ve bırakmışlar hayalleri, maceraları ve görüp geçirdikleri her şey beyinlerinde pupa yelken dolaşsın diye. Bırakın Ermeni çığırtkanlık yapsın, Yahudi ezilip, büzülsün, yabancı gavurların gönlünü hoş tutmaya çalışsın. Türklerdeki huzur onlardan hiçbirinde bulunmaz, hiçbirinin peygamberin cennet bahçelerinde yeri yoktur. Şu beyaz türbanlı adam Arap. Vücudu bir deri, bir kemikten ibaret, teni meşin gibi kavruk. Ermeni’den, Yahudi’den ve Türk’ten daha mağrurdur. Bu kavimlerin hepsine tepeden bakar, onları aptal ve cahil bulur; kendisi Peygamberin kavmindendir ve mukaddes lisanı konuşur. Sattığı bu ipeklileri ve sair kıymetli eşyayı bizzat kendisi develerle İstanbul’a getirmiştir, bu malları pahalı pahalı elden çıkardıktan sonra, uzaktaki memleketine haber gönderir ve yeni mallar istetir; dükkânındaki bütün bu malları satıp bitirdiği zaman ise Arabistan’a doğru uzun ve mesut bir seyahate çıkar, bir daha da geri dönmez.
Kıyafetlerin satıldığı çarşıda sadece müstamel kıyafetler değil, bu kıyafetlere ait, asar-ı atika kıvrık kılıçlardan, işli torbalara kadar bir sürü aksam da bulunuyordu. Rengârenk çaputlar, Bedevilerin kurşuni renkli çullarından, kadifeden, ipekliden, kıymetli deriden yapılmış çeşitli kıyafetler buradaydı. Çeşitli zümreler saraylıların brokar setreleri, harem kadınlarının ipek şalvarları, dervişlerin cübbeleri, Yahudilerin mintanları burada bir araya gelmişti. Bu üst üste istiflenmiş yahut da sıra sıra asılmış kimi partal, kimi biraz aşınmış, kimi neredeyse cedit yeni esvap yığınları insanın gözünü yoruyordu. Harem kadınları eprimiş yaşmaklarını bile buraya yollamışlardı. Buna karşılık, zarif nakışlı ipek kuşaklar, mistik kemer tokaları, işlemeli terlikler, sim iplikle dokunmuş mintanlar da buradaydı. Bir kutunun içinde bir çift eski terlik duruyordu. Pek pejmürde görünen bu terliklere yakutlar kakılmış. Bir üniformanın üzerinde madalya asılıydı.
Bütün bu ayağa düşmüş şatafat bolluğu beni şaşkına çevirdiğinden refakatçimin yanına dönmeye karar veriyorum. Saptığım bütün sokakları aklımda tutmaya çalışmış olmama rağmen, yine de yolumu şaşırıyor ve firuzeli broşu buluncaya kadar epey dolaşıyorum”.Ben ise her Kapalıçarşı maceramda hala kayboluyorum. Esnaf yolu bulma sorularıma muhakkak çaylar ile cevap veriyor. Kapalıçarşı’da kaybolmanın dayanılmaz hafifliği. Esnaf’ın sempatisini hala kaybetmemiş. Yaşlı Ermeni antikacının deyimi ile son elli yılın en kötü günleri, en boş sokaklarına rağmen, çaylar havada uçuşuyor. Artık çay tekliflerini kibarca ret etmeme rağmen, “Ayhan bey bizim dükkânımızda çay içmeyen parasını verir ona göre” ince esprisine dayanamıyorum, ve kendimi ince belli koyu demliyi şekersizi yudumluyor buluyorum..
Kapalıçarşı Tarihi
Kapalıçarşı’yı bence bir canlı olarak düşünmek lazım. Doğum tarihi 1461’tir. Gençken pek bir güzelmiş. Adı Kapalıçarşı ama çocukluğunda, üstü sarmaşıklar, asma yaprakları güller ile örtülü sokaklar yumağı imiş. Adı da Kapalıçarşı değilmiş çünkü o zamanlar kapalı değilmiş. 16. Yüzyılın Konstantiniyye’sinde adı Çarşı-yı Kebir (Büyük Çarşı) imiş. 1701 yangınında ahşap kısımlar ve asmalar tamamen yanınca kesme taşla yeniden yapımına başlanmış ve ‘Kapalıçarşı’ deyimi devri başlamış.
Eski Kapalıçarşı, bugünkünden büyükmüş. İki bedesten, 4 bin 399 dükkân, 2 bin 195 hücre (küçük dükkan), 497 dolap, 12 mahzen, bir hamam, bir cami, 10 mescit, 16 çeşme, 2 şadırvan, bir sebil, 8 kuyu, bir türbe, bir mektep, 24 iş hanından ibaretmiş. Bugün Kapalıçarşı’daki sokak isimleri, eskiden bir araya toplanan esnaf isimlerinin bir hatırasıdır. Akikçiler, Altıncılar, Aynacılar, Basmacılar, Çadırcılar, Fesçiler, Hakkâklar, İnciciler, Kalpakçılar, Kavaflar, Keseciler, Kuyumcular, Kürkçüler, Mahfazacılar, Okçular, Örücüler, Püskülcüler, Sahaflar, Takkeciler, Terziler, Varakçılar, Yağlıkçılar, Yorgancılar ve Zenneciler adları, esnaf ve sanatların hatırası olarak, zamanımızda da cadde, sokak ve iş yerlerinde hâlâ kullanılmaktadır.
Paylaş