Bilmezdim lalelerin bu kadar güzel koktuğunu
Amsterdam seyahatimi özellikle lale zamanına denk getirdiğim için bol çiçekli ve mis kokuluydu. Hayatımda görmediğim kadar çok bisiklet vardı. Sokaklarda kedi ve köpeğe rastlamadım ama ünlü kanallarda bol bol yabanördeğiyle kuğuya denk geldim. Deniz seviyesinin altında ve Konya’dan bile küçük olan bu ülkede çok güzel anılar biriktirdim. En sevdiğim yerlerden biri haline geldi, şimdi size biraz bu şehri öveceğim.
İstanbul’un soğuk, bol yağışlı bir gününde düştüm yola. Uzun bir seyahat olacağı için çantamda yazlık-kışlık ne ararsan vardı. Hollanda’dan aldığım haberlere göre hava güneşliydi. Fakat havaalanına indiğim an İstanbul’dan daha beter fırtınalı ve yağmurlu bir Amsterdam karşıladı beni. İner inmez şehrin sokaklarına atacaktım kendimi ama olamadı. Daha önce ünlü lale bahçesi Keukenhof’a giderken geçmiştim Amsterdam’dan. Şehri gezememiştim. Bir sonraki gidişimde güneşli bir günde kuzenimle düşmüştük yola ama yine ısıran bir soğuk vardı. Şehri donarak azıcık turlayabildik. Tadı damağımda kalınca birkaç hafta sonra bu kez tek başıma gittim Amsterdam’a. Kanal turunun iyi olacağını düşünüp bir bot buldum. Şehrin kanallarında gezmenin sokaklarında dolaşmaktan daha eğlenceli olduğunu itiraf etmek zorundayım. Bu kentte sokak sokak dolaşırken zaten yolunuz hep kanallara çıkıyor.
BUTİK KAFELER, İKONİK EVLER
Kentin her yeri bisiklet cenneti, bu hoşuma gitti. Fakat bir ara fotoğraf çekmek için tripodumu yola koymuştum ve bir araç göz göre göre üzerinden geçti. Sonra arkasına bile bakmadan gitti. Fırlayan telefonuma birileri koştu. Ben de nedense pek çok ülkeyi benimle gezen hatta Everest’e bile çıkan, Şehnaz adını verdiğim tripoduma koştum. Bir bacağı kırıldı maalesef. Neyse ki telefonumda bir sorun yoktu.
Tramvayda giderken gezmek istediğim yerler anons edilince merkeze varmadan iniverdim. Ünlü Anna Frank’in evinin olduğu Singel bölgesindeydim. Bugün bir müze olan bu ev o kadar meşhur ki ancak bir buçuk ay sonrasına bilet vardı. O yüzden gezemedim ama en azından evin olduğu yeri görmek ve o sokaklarda dolaşmak istedim. Nazi saldırılarından kaçmak için bir evde tam 761 gün saklanan ve sonrasında yakalanıp bir toplama kampında ölen 16 yaşındaki bu küçük kızın evinin etrafı mahşer yeri gibiydi. Amsterdam’ın en sevdiğim yeri bu Singel bölgesi oldu. Merkeze oranla daha küçük butik kafeler, Amsterdam evleri ve vintage dükkânlar… Döndüm dolaştım, yine buraya geldim.
Şehrin en ikonik noktası, Dans Eden Evler olarak adlandırılan kanal boyundaki binalar. Suyun üzerindeki kütüklere inşa edilen bu evler zamanla sağa sola kayarak ilginç görüntüler oluşturmuş. Daracık evlerin kapısından ve merdiveninden eşya taşımak mümkün olmadığından genelde ön cephede bir vinç kancası oluyor ve eşya pencereden içeri alınıyor. En çok bu evlerin içini merak ettim. Dışarıdan bu kadar yamuk görünen bir evde bir tas çorbanın masada nasıl durduğunu ya da yatarken eğim dolayısıyla insanların yuvarlanıp yuvarlanmadığını görebilseydim... Amsterdam’da yaşayan arkadaşımdan öğrendiğim kadarıyla bu evlerin en büyük sıkıntısı eğrilik değil farelermiş. Ülkede fare öldürmek de yasak olunca kanal boyunca bir tarafı su içinde olan bu evlerde bolca fare yaşıyormuş. Bir mağaza gezerken tıngır tıngır dolaşan fareler görmüştüm zaten. Allah’tan bu hayvanları sevimli buluyorum ama birlikte yaşamak konusunda da kesinlikle istekli değilim.
Amsterdam’da müzelere girmem pek mümkün olmadı. Benim gibi akışına gezen ve yaşayan biriyseniz çok önceden alınması gereken biletleri bulamazsınız. Zira ben ne zaman nerede olacağımı, o gün canımın ne isteyeceğini hiç kestiremediğim için kapısından bilet alamadığım hiçbir müzeyi şimdiye kadar gezemedim. Eğer illaki ben bu müzelerin içini görmeliyim diyorsanız çok çok önceden biletlerinizi almalısınız. Bu arada hiçbir şeyin ucuz olmadığını unutmayın.
Kentte gezmeniz gereken yerler çoğunlukla ünlü Dam Meydanı ve çevresinde. Bu meydana kaç kez gittiysem her defasında tam meydanın ortasında klarnetiyle ‘Ihlamurlar Altında’ (2005) dizisinin müziğini çalan adama ve aynı şarkıya denk gelmeme ne demeli peki! Zaten ülkede yaşayan Türk sayısı o kadar çok ki ben kendimi pek yurtdışına çıkmış gibi hissedemedim ilk başlarda.
Hollanda’da yöresel lezzet namına waffle ve kocaman külahlarda satılan kızarmış patatesten başka bir şey yok. En uygun yiyebileceğiniz yemekse tüm Avrupa’da olduğu gibi ünlü zincirlerin hamburgerleri. Yöresel bir şey yok derken de haksızlık etmeyeyim. Mutlaka peynirlerini denemelisiniz. Hatta o peynir bıçaklarından satın almalısınız. Ben yanında bir tane de kesme tahtası kaptım.
Oralara kadar gitmişken Amsterdam’a 12 dakika uzaklıktaki Zaandam şehrini gezmemek olmazdı. Bu bölgenin en ikonik fotoğraf noktası ünlü Inntel Hotel. Mimarisinde Hollanda evlerinden esinlenilmiş ve bence görselliği tek kelimeyle enfes. Zaanse Schans ise oranın en popüler kasabalarından biri ve yel değirmenleriyle ünlü.
Ve bizi mis gibi kızarmış balık kokularıyla karşılayan Volendam balıkçı köyü… Bir tarafta hediye dükkânları, diğer tarafta balıkçı tekneleri… Tam da akşam olmak üzereyken girdik köye. Hemen bir yere oturup hayatımda yediğim en lezzetli balıklardan yedim.
Lale tarlaları da Volendam’a yaklaşık yarım saat uzaklıktaki Alkmaar şehrinde. Yol kenarında gördüğümde resmen çığlık attım. Oralar özel arazi olduğu için önce çiftlik sahibinden izin aldım. Çok içerilere gitmemek kaydıyla girmemize ve fotoğraf çekmemize izin verdi. Bilmezdim lalelerin bu kadar güzel koktuğunu. Görsel şöleni zaten tahmin edersiniz. Bu arada asıl ünlü lale bahçelerinin olduğu Keukenhof’a Amsterdam’dan trenle gidebilirsiniz. Bizim İstanbul’daki Yıldız Parkı ya da Emirgân Korusu’nun çok daha büyüğünü düşünün. Kendi ülkemde bir türlü görmeyi başaramadığım ters laleleri Hollanda’da bulmak nasip oldu. Kapalı birkaç alanda orkideler ve lale türlerinin hepsini görebiliyorsunuz ayrıca lale soğanı satın alabiliyorsunuz.
KÖYLERİNİN GÜZELLİĞİ...
Çok sayıda geleneksel köy var gezginlerin görmemizi önerdiği ancak ben köylerin hepsini gezmedim çünkü bir süre sonra kendini tekrar etmeye başlıyor. Bunların arasında bence bir tanesinin yeri ayrı: Giethoorn. Kanallar boyunca sıralanmış evleriyle meşhur, araç girmeyen bir köy olduğunu okumuştum. Evet, gittim, gördüm, gerçekten masal gibi bir yer ama buranın bile biraz abartıldığını düşünüyorum.
Hollanda’da bir buçuk ay kaldım. Hayatımda görmediğim kadar çok bisiklet gördüm. Birkaç kez çarpılmaktan kıl payı kurtuldum. Dümdüz bir ülke. Ne dağ ne tepe var. Güneş bile bir türlü batamıyor. Sokak hayvanı olarak bizdeki gibi kedi ve köpek görmeniz pek mümkün değil. Bol bol yabanördeği ve kuğuya rastlayabilirsiniz ama. Sokaklarda, balkonlarda kuşlar için asılmış fıstık ezmeli yemler var. Bir kuş olsam kesinlikle Hollanda’yı seçerdim. Deniz seviyesinin altında kalan, Konya’dan bile küçük bu ülkede çok güzel anılar biriktirdim. Kesinlikle tekrar gitmeliyim.