Avebury geçmişle bugünü bağlayan bir zaman tüneli
Lise öğrencisi Yasemin Duru, Güney İngiltere'deki beş bin yıllık gizemli kalıntıları anlattı
Yasemin Belkıs Duru, İstanbul’da yaşıyor. Lise son sınıf öğrencisi. Henüz 18 yaşında ama beş kıtada İngiltere, Almanya, Avustralya, Amerika, Mısır, Hindistan gibi pek çok ülke görmüş. İlk uzun seyahatine 20 aylıkken ailesiyle çıkmış. Avustralya’da karavanla 11 bin kilometre yol yapmış. Bu seyahatin gezme tutkusunu kanına işlediğini düşünüyor. Yasemin Duru, Avebury’nin en çok mistik atmosferinden etkilendiğini söylüyor.
EN SEVDİĞİ 5 YER
· Nil Nehri · Nymphenburg Sarayı’nın bahçesi (Almanya) · Mont St. Michel (Fransa) · Amsterdam · İstanbul
Ailemle iki haftalık tatil için Londra’ydık. Daha önce methini duyduğumuz, Londra’ya yaklaşık iki saat uzaklıktaki Avebury’ye günü birlik gitmeye karar verdik. Buranın altı bin yıllık geçmişi, taşlar ve dairelerin gizemi bizde merak uyandırmıştı.
Londra’dan trenle bir buçuk saat uzaklıktaki Swindon’a gittik. Oradan otobüsle yarım saatte Avebury’e ulaştık. Stonehenge’in 30 kilometre kuzeyindeki Avebury’de geç neolitik çağa ait, İngiltere’nin “Henge Anıtlarının” en büyük ve etkileyici olanlarından biri var. Stonehenge’den daha eski. Dairenin içinde “The Cove” adıyla bilinen üç “sarsen” adı verilen özel taş bulunuyor. Bu taşların özelliği yaklaşık 70 milyon yıl önce bir çeşit kum ve çimentodan doğal olarak oluşmaları ve en az 50 ton ağırlığında olmaları. Bu taşların oraya nasıl geldiği ise hâlâ net bir şekilde açıklanamıyor. Avebury farklı inançların ruhani merkezi. Bugün bile burayı dini bir tapınak veya ibadet yeri olarak kullananlar var.
HER ADIMDA YENİ BİR TAŞ YERDEN FIRLIYOR GİBİYDİ
Swindon’dan sonra yarım saat kadar süren otobüs yolculuğu boyunca tarlaları, küçük çiftlik evlerini ve tepelikleri izledim. Avebury’de “The Red Lion” adlı sempatik görünen pub’ın karşısında otobüsten indik. Aynı zamanda turist danışma merkezi işlevini gören küçük kiliseye gittim. Burası kiliseden çok bir dükkan gibiydi ama yan tarafta küçük bir ibadet odası da vardı. Haritaya bakınca Avebury taş dairesinin ortasında durduğumuzu gördüm. Bu büyük dairenin içindeki köyün ortasından ana yol geçiyordu. Yakınımda keşfedilecek dört bölüm vardı. Önce solumdakinden başladım. Yolun kenarındaki çit gibi kapıyı geçince bazı taşlar var. Önce yere dizilmiş olan bir metreden kısa taşlar çıkıyor karşınıza. İlerledikçe boyumu geçen 2-3 metrelik büyük taşlar gördüm. Sanki ben her adım atışımda taşlar çimenlerin arasından fırlıyor ve büyüyordu. Aralarında yürümek çok keyifli ve huzur vericiydi. Büyüklükleriyse çok etkileyici. Senelerdir nelere tanık olduklarını hayal ettim. Hangi ritüellerde kullanıldıklarını, hangi dilek ve temennilere tanıklık etmiş olduklarını merak ettim. Küçük bir tepeye çıktım, büyük ağaçların gölgesine oturdum. Buradan etrafa bakarken daireyi oluşturan bu büyük taşların kuzeye doğru devam etmediğini gördüm, şaşırdım. Oturduğum bu küçük tepe uzantısı aslında kazılan hendek yanında oluşan bir tümsekti, taşların dışındaki daireyi tamamlıyordu. Tekrar manzaraya bakarken bu taşların zamana karşı hiç aşınmadan ne kadar heybetli yükseldiğini düşündüm. Avebury, geçmiş ve günümüzün insanlarını zaman tüneli gibi birbirine bağlıyordu.
BAHÇELER O KADAR GÜZEL Kİ İNSAN TAŞLARI UNUTUYOR
Sonra yolu geçtim, diğer tarafta dairenin dörtte birini net olarak oluşturan taşların önünden yürüdüm. Çevredeki ziyaretçilerin sayısı artmıştı. Taşların bitiminde postane ve “The Henge Shop” adında dükkan vardı. Elişi ürünler, kitaplar, kartpostallar satılıyordu. İlginç taşlar, el yapımı yünlü giyecek ve battaniyeler dikkat çekiciydi. Bu iki katlı taş evlerin arasından her renkte çiçekler fışkırıyordu. Köy çok hoşumuza gittiği için, geriye dönüp taşlara devam etmektense köyü keşfetmeye karar verdik. Köyün iç yolunda ilerlerken St. James Kilisesi’ne ulaştım. Bahçesi mezar taşlarıyla doluydu. Kilisenin kendisiyse gösterişli küçük bir şatoyu andırıyor. İçi de tam tersi çok sadeydi. Bahçenin sonunda üstünde saat olan minik bir kulübenin ardında yine güzel ve bakımlı bir bahçe var. Buranın “Avebury Manor” adında 16. yüzyıldan kalma gezilebilen bir ev ve bahçe olduğunu öğrendim. Hemen yanında da 1930’da buraları kazıp ortaya çıkaran kişinin adı verilen Alexander Keiller Müzesi var. Müze, İngiltere’deki en önemli prehistorik arkeolojik koleksiyonlardan birine sahip. Havanın güzelliğinden o bahçeden bu bahçeye, o evden bu eve geçerken bütün bu yeşilliğin içinde aslında buranın özelliği olan taşları unuttum.
Müzeye arkamı verip ilerlediğimde karşımda 17. yüzyıldan kalma “The Great Barn” isimli ahırı ve içindeki galeriyi gezdim. Bu yapının bir uzantısı da “The Circle Restaurant”dı. Kantini çağrıştıran restorandan kızarmış tavuk ve patates, kek aldım. Dışarıdaki masalarda yedim ve dinlendim. Haritaya baktığımda “Silbury Hill, East” ve “West Kennet” ve daha birkaç yere bisiklet ve yürüyüş yolları olduğunu gördüm. Bu yollarda daha pek çok büyük taşın sıralandığını, bunların bir kısmının “Sarsen” taşlarından olduğunu öğrendim. Ama gitmek için vaktimiz yoktu. Restoranın yanındaki “National Trust Shop”ta kitapları ve haritaları inceledim. Burada rengarek, çeşit çeşit hediyelik ve süs eşyası satılıyor. Ardından restoranın hemen arkasına geçince taşlar yine karşıma çıktı. Böylece bu sıralı taşlar yarım daireye tamamlanmış oluyordu.
İki senede beş kıta
Yasemin Duru, son iki yılki gezilerinde çektiği fotoğrafları 13 Şubat’a kadar İstanbul’un İstinye semtindeki Enka Okulları Dr. Clinton Vickers Sanat Galerisi’nde sergiliyor. İngiltere, Londra, Almanya, Avustralya, Amerika, Mısır, Hindistan ve Türkiye’de çektiği 45 fotoğrafın yanına birer şiir yer alıyor. Duru, ülkelere, şehirlere dair duygularını aktarıyor bu şiirlerde. İlk şiirini ailesiyle Avustralya’da yaşadığı dönemde, Anzak konulu okullararası şiir yarışmasına katılmak için yazdı. Birinci oldu. “Aslında gezilerde pek fazla şiir yazmam” diyor. Bu serginin farklı olması için fotoğraflarını şiirlerle süslemiş. Serginin gelirini de Van’ın Çandarlı İlçesi Oruçlu Mezrası’ndaki ilköğretim okuluna bağışlayacak.