Sevilla, her gözeneğinden ter fışkıran o dansçı gibi tutku şehri

Nerede kalmıştık? Cordoba’dan Sevilla’ya gidiyoruz. Ole!Bundan otuz küsur yıl önce, babam beni bir ay kalmam için Portekiz’e gönderme gafletinde bulunmuştu. Bir gençlik kampına. Atlantik kıyısındaki Figuera da Foz’a gitmeme izin vermesinin nedeni, sanırım kampın bir papaz tarafından yönetildiğini bilmesi ve o bir ayın sonunda Lizbon’da beni iki hafta misafir edecek ailenin davet mektubundan çıkan fotoğrafın, içine su serpmesiydi. Önce mırın kırın etmiş ama fotoğrafı görür görmez yelkenleri suya indirmişti. Geniş kanepede oturup poz veren dört kişilik bir aile. Ve büyük oğlan, telli dişleri ile gülümseyen sivilceli bir yeni yetme. İzin çıkmıştı. Aradan bunca yıl geçti, ‘Bu tongaya nasıl bastım’ der durur. Ne at kuyruklu papaz onun bildiği papazlardan çıktı, ne telli bücür bildiği bücürlerden. Ama bu ayrı hikaye. Ailenin yanında değil iki hafta, zar zor üç-beş gün geçirdim ve Türkiye’ye dönmek yerine kamptan tanıdığım Alman bir kızla Endülüs üzerinden Madrid’e, oradan da Münih Olimpiyatlarına gitmeye karar verdim. O yılların en geçerli ulaşım aracını kullanacaktık: Otostop yapacaktık. Yaptık da. İşte Sevilla’yı ilk kez o yıllarda gördüm. Franco ölmemişti. İspanya dış dünyaya kapalı, kendi yağı ile kavrulan yoksul bir ülkeydi. Kırk yıllık dikta rejimi insanları susturmasına susturmuş ama dertlerini farklı yollarla anlatmalarına engel olamamıştı. Tıpkı Lizbon’daki Salazar Köprüsü gibi, Sevilla sokakları da günde üç-beş kez arazözlerle yıkanıyor ama şehir bir türlü kodamanların istediği gibi temizlenemiyordu. Çünkü Salazar aleyhine konuşamayan bütün Portekizlilerin köprüyü geçerken yaptıkları gibi, Sevillalılar da diktatörün adını taşıyan ya da onu anıştıran her yere tükürüyor, sonra da muzaffer bir eda ile gülümsüyordu. Eh, merhumun adını taşıyan az buz yer olmadığı için de şehir, tükürük hokkasına dönmüştü.O yılların Sevilla’sına ait en çarpıcı anım bu. Bir de dar sokaklar, geniş parklar ve hayal meyal de olsa 1929 fuarından kalan yapılar. Gerisi koyu bir bulutun arkasında. Kaç gün kaldık, nerede yattık, ne yedik, ne içtik, nerelere gittik? Hatırlamıyorum.BEN BURAYA DAHA ÖNCE GELDİM Mİ?Cordoba’dan ayrılıp, iki saatlik bir yolculuğun sonunda pırıl pırıl bir şehre geldik. Tamam, anılar aldatıcıdır ama bu kadar da olmaz ki! İki resim üst üste çakışmasa bile en azından bir benzerliği olur değil mi? Hayır hiçbir benzerlik yok. Sanki bu şehre ilk gelişim. Sanki otuz küsur yıl önce başka bir yere gittim. Sanki bir hayal gördüm ve onu gerçek zannettim.Fiyakalı bir otele yerleştik. Gecikmeden çıkıp Santa Cruz’a gideceğiz. Yüzlerce lokanta, bodega ve gece kulübünün olduğu şehir merkezine keşif gezisine. Guadalquivir Nehri şehri ikiye bölüyor. Bir yakada sözünü ettiğim Santa Cruz var. Diğer yakadaki semtin adı Triana. Meydanda, dünyanın üçüncü büyük katedrali olduğu söylenen Sevilla Katedrali. Bir de eski İspanyol kentlerinin olmazsa olmazı, Alcazar. Katedralin yanında Giralda Kulesi yükseliyor. Giralda Kulesi şimdi yerinde yeller esen eski Emevi Camii’nin minaresi.Santa Cruz’un dar sokaklarına girmeden katedralin arka meydanında sessizliği dinliyoruz. Bir iki faytoncu çene çalıyor. Gökyüzü saks mavisi. Gecenin onu olmalı. Birazdan saks yerini laciverte bırakacak ve yasemin kokulu ılık bir Endülüs gecesi başlayacak. İri çinilerin üzerine yazılmış sokak adlarına baka baka Santa Cruz’u geziyoruz. Etrafta kitaplarda yazıldığı gibi bir cümbüş yok. Lam elif sokaklarda aylak aylak dolaşan bir iki kişiye de rastlamasak, hayalet bir şehre geldiğimize inanacağız. Ya bu Sevillalılar gece gezmelerini sevmiyorlar ya da tatil günleri evlerinden çıkmıyorlar.BURDA MÜZE GEZİLMEZNe kadar yanıldığımızı ertesi gece kalabalığı yara yara dolaşmak zorunda kaldığımızda anlayacağız. Ama Sevilla bu gece farklı. Sevilla, sanki aradan otuz yıl bile geçse onu unutmama öyle içerlemiş, öyle içerlemiş ki; ıtırlı kokusu, ılık rüzgarı, uzaktan gelen çan sesleri ile bana efsunlu bir gece sunmaya ahdetmiş. Boş sokaklarda kaybola kaybola yürüdük.Ertesi sabah ilk işimiz akşam gitmeyi düşündüğümüz Flamenko gösterisi için yer ayırtmak. Turistik bir gösteriye gitmek istemiyoruz. Sonunda eski bir Endülüs sarayının avlusunda yapılan; gerek müzisyenlerin gerek dansçıların çok iyi olduğunu söyledikleri Casa de la Memoria de Al-Andalus’da karar kıldık. Ama geceye daha çok var. Kahvaltıdan sonra 1929 yılında kurulan uluslararası fuar alanını, Maria Luisa Parkını, katedrali ve Alcazar’ı gezeceğiz. Akşam da bir gece önce keşfettiğimiz Santa Cruz’a döneceğiz.Katedral, istediği kadar dünyanın üçüncü büyük katedrali olsun dünyanın en güzel katedrallerinden biri değil. Buna karşılık Alcazar, mutlaka gezilmeli. İç içe geçmiş avluları ve günümüzde bile İspanya hanedan mensupları tarafından kullanılan salonları ile muhteşem. 375 basamakla çıkıldığını öğrendiğim an bahçede oturmayı seçerek tırmanmayı reddettiğim Giralda Kulesi’nden manzara, görenlerin anlattığına göre nefismiş. Ben Sevilla’nın en lüks oteli Alphonso XIII’ün çatısından şehre bakmayı tercih ederim. Palmiye dallarının gölgelediği havuz kenarında, sangria eşliğinde. 15. yüzyılda yapılmış La Casa Pilatas’a iki el kanda da olsa gitmek gerek. Casa Espana ve 29’daki fuardan kalan, her devletin ülkelerini tanımlayan mimari üslupla yaptıkları 18 pavyonu gezmenin en iyi yolu, faytona binmek. İçlerine giremediğiniz için önlerinden geçtiğiniz bu pavyonların hepsi yan yana ama fayton keyfi başka.Müzeler ilginç değil. Zaten Sevilla da müze gezilecek bir şehir değil. Burası, kanalizasyon kapaklarından bile çiçeklerin fışkırdığı, her sokağı gizli bir bahçeye açılan, her evi kartpostal güzelliği taşıyan ve güzelliği ile insanı afallatan bir şehir.GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE BİR AŞK HİKAYESİSonunda akşam oldu.Sürüne sürüne yukarıda sözünü ettiğim Endülüs Sarayı’na gittik. Genişçe, arkadlı bir avlu. Arkadların altına iskemleler yerleştirilmiş. Ortada sahneye benzer bir şey yok. Sadece üst kat balkon korkuluğuna asılı birkaç spot, o kadar. Biraz bekledikten sonra bir sunucu geldi ve birazdan dinleyeceğimiz müzisyenleri tanıtıp, fotoğraf çekilmemesini rica etti. Tombul bir adamla, solgun bir diğeri yavaş adımlarla geldiler. Gitarist, gitarını aldı akort etmeye başladı. Diğeri ayakta arkadaşına baktı. İlk nota ile birlikte avluya bir sessizlik çöktü. Kıpırdananlar durdu, herkes nefesini tuttu. Yanık içli bir ses ‘En tus palabras’ diye şarkıya başladı. Şarkı bitmişti ki büyücü göründü. Kara kuru, eciş bücüş sıska bir adam. Siyah uzun belli dar pantolon, vücuduna oturan sımsıkı bir ceket giymiş. Yanında eteği fırfırlı elbisesi ile genç bir kadın. O da siyahlara bürünmüş. Kadının gözü adamın üzerinde. Attığı her adımı izliyor gibi. Yavaş yavaş döndüler, ellerini kaldırdılar ve topuklarını vura vura dans etmeye başladılar. Gözümüzün önünde aşık oldular, seviştiler, ayrı düştüler, öldüler. Müzik sustu, kadın usulca sahneyi terk etti. Ve işte o andan sonra o eciş bücüş, o kara kuru, o sıska adam devleşti. Tanık olduğumuz şey neydi? Dans mı? Trans mı? Bilemedik. Gitmeden bana Sevilla’yı sorsalar, otuz yılın sildiği bulanık anılardan kalkar, ‘Gül ve tükürük’ derdim. Bugün soranlara verebileceğim tek cevap var. Sevilla her gözeneğinden ter fışkıran o dansçı gibi; tutku şehri.
Yazarın Tüm Yazıları