Koç Ailesi’nin Met’teki Osmanlı galerilerini gezdim

Daha inşaat halindeyken, New York’ta Metropolitan Müzesi’nin Osmanlı Galerileri’ni gezdim. Ve dünyanın en iyi müzesinin nasıl çalıştığına tamamlanmamış bir sergi üzerinden tanık oldum.

Koç Ailesi’nin sponsorluğuyla yapılan bir iş bu. Hikâyeyi anlatacağım. Ama özetle... Önceden şöyle hayal edin: Bir üniversitenin tarih kürsüsü... Bir reklam ajansı kadar yaratıcı düşünüyor... Bir gazetenin ekonomi servisi kadar iş dünyasını yakından izliyor... İyi bir hastane kadar hatasız ve tıkır tıkır işlerken... Üyelerine beş yıldızlı otel hizmeti sunuyor!.. Yazının tezi şu: Bir ülkenin gelişmişlik seviyesi, en iyi müzesi kadardır

YÜZ YILLIK EMEK Hiçbir şey dünden bugüne olmuyor. Müzenin kurulduğu 1870’lerden beri biriktiriyorlarmış. Hem kendileri toplamış. Hem de mücevherci Tiffany’den bankacı JP Morgan’a şirketlerden alıp 12 bin parçalık bir koleksiyon oluşturmuşlar. Ve 140 yıl sonra... Şimdi bunları döndüre döndüre teşhir edecekler. Bir seferde 1200 parça...

ANSİKLOPEDİK İŞLEV Osmanlı Galerileri, Met’in 15 bölümden oluşan İslam eserleri sergisinin iki bölümü. Serginin tam adı ‘Arap Ülkeleri, Türkiye, İran, Orta Asya ve Güney Asya’. 2. katta ve güney kanadında. Madde madde söylüyorum. Çünkü Met’in kendini nasıl konumlandırdığını anlatmak istiyorum. “Bizim ansiklopedik bir işlevimiz var” diyorlar.

SALLAPATİLİK YOK Galerilere girdiğimde inşaat devam ediyordu. Müzenin başkan yardımcısı Elyse Topalian ile teker teker dolaştık. Kaligrafi gibi narin parçalar dışında çoğu eser yerine konmuş... Ancak dekorasyon sürüyordu. Sunuma o kadar özenilmiş ki... Tek bir odanın tavan süslemeleri için Fas’tan bir düzine marangoz çağrılmış. En ufak bir sallapatilik yok. Ağır ağır... Kusursuz...

MÜHENDİSLİK DE VAR Galerilerden bir diğerine geçerken koleksiyonların birbirinden kopuk olmaması için de bir düzen kurulmuş. Sadece parça teşhir etmiyorlar. Sizi zamanda yolculuğa çıkarıyorlar. Osmanlı’da Kanuni dönemini yaşayıp... Yanda İran’a geçiyorsunuz. Yaratıcılığa eklenen mühendislik...

ESTETİK AYRINTIDADIR Tepedeki avizeleri gösteriyor Topalian. Brooklyn’de bir cam atölyesine nasıl yaptırdıklarını anlatıyor. Aşağı avludaki Roma heykellerini gören pencerelerin kanvasına bakıyorum. Kime yaptırdıklarını, siparişi nasıl verdiklerini söylüyor. Hiçbir ayrıntının atlanmadığı bir estetik gösterisi bu.

SPONSORUN SINIRLARI Bütün galerilere bağışçıların isimleri eklenmiş. Halı, çini, zırh ve kaligrafilerden oluşan Osmanlı galerilerinde de ‘Koç Ailesi’ yazıyor. “Toplam 40 milyon dolarlık bir bütçe var” dedi Topalian. Gazetelerde daha önce çıkan haberlere göre de Koç, Osmanlı kısmı için 10 milyon dolar bağışlamış. Ancak önemli ayrıntı. Bağışçılar sadece maddi destekte bulunabiliyor. Parayı veriyorsunuz... Koleksiyona karışamazsınız.

KENDİNİ YENİLİYOR Parayı verdikten sonra da isminizi müzeye ilanihaye kazıyamıyorsunuz. Bir sergi nasıl yüz yıllık bir emeğin sonucuysa... Yüz yıl sonranın planları da şimdiden yapılıyor. 75 yıl geçince Koç Ailesi’nin adı galeriden kalkacak. Ve yeni bağışçılar sayesinde... Yeni küratörler... Yeni sergiler açacak. Sürekli kendini yenileyen bir organizma gibi...

KADINLAR ÇOĞUNLUKTA Müzenin İslam sanatı departmanından sekiz küratör çalışıyor sergi için. Ve aralarında sadece bir erkek var. Türkiye’de de birçok iyi müzecinin kadın olması rastlantı mı bilmiyorum. Ama Topalian, sadece bu sergi için değil... Son dönem müzeye giren küratörlerin de hep kadın olduğunu söyledi.

ÜYELERE AYRICALIKLAR Yemek yiyeceğiz. Met’in dördüncü katında, sadece üyelerin alındığı restorana gittik. İçerisi beş yıldızlı bir otel. “Biz üyelerimizi memnun etmeye çalışıyoruz” dedi Topalian. Müzeye bağışta bulunduğunuzda... Kendinizi özel hissetmeniz için ne gerekiyorsa yapıyorlar.

SANATSAL FİŞLEME Serginin açılışını konuşuyoruz. Ekim’de verecekleri davete kimleri çağıracaklarını anlatıyor. Ekonomi sayfalarında gördüğünüz yüzleri hayatlarının en ince ayrıntısına kadar takip ediyorlar. Kimden müzeye destek bulabilirler?.. Hangi zengin ne topluyor?.. Hatta birinin kitap koleksiyonu var diyelim, ne tür kitaplara bakıyor?.. Teker teker... İsim isim... Sanatsal fişleme...

İŞİ PAZARLIYORLAR Bir yandan da yaptıkları işi pazarlamanın yöntemlerini arıyorlar. Twitter’ı nasıl kullanabiliriz?.. Facebook’ta ne yapalım... New York’ta yaşayan Türkleri nasıl çekebiliriz... Galeri için Türkçe katalog basacaklar örneğin. Tevekkül diye bir şey yoktur!..

ÇALIŞANLAR AYRILMIYOR Bu kadar çok boyutlu... Dinamik... Rutini olmayan bir iş yaptıkları için de... İşe giren bir daha başka yere gitmiyor. Topalian’a ne kadardır Met’te olduğunu sordum. “25 yıl” dedi. İstisnai bir durum değil.

MEDENİYETİN EN ÜSTÜ Geçen hafta okudum. Amerikalı üç solar panel üreticisi daha batmış. Ve Çin artık yüzde 90 küsurla... Solar panel işinin dünyadaki hâkimi olmuş. Solar panel üretirsin. Televizyon yaparsın. Gömlek diker markalaştırıp satarsın da. Ama böyle bir müzeyi hiçbir zaman ucuzlaştıramazsın. Met’te yaptıkları iş, medeniyetin en üst seviyesi. Ve ne kadar başarılı oldukları da... Yaşadıkları toplumun bir göstergesi. İçinde hem tarih... Hem estetik... Hem yaratıcılık... Hem de yönetim becerisi olduğu için...
En iyi müzen hangisiyse... O kadar gelişmişsindir!..

Krizde bir deli bir akıllıdan daha mı faydalı

Bazılarının iddia ettiği gibi... Gelişmişliğin ülkeyi yöneten liderlerle de ilgisi yok. “Ne kadar kaliteli başbakan seçtik, ne ileri bir toplumuz!..”
Geçen ay Amerika’da tartışma yaratan bir kitap çıktı: ‘Birinci Derece Delilik: Liderlik ve Akıl Hastalığı Arasındaki İlişkiyi Ortaya Çıkarma.’ Yazarı psikiyatr Nassir Ghaemi. Tarih ve psikiyatriyi birleştiren kitabın savunduğu düşünce dünyada iz bırakmış birçok liderin aslında bir akıl hastası olduğu. Zor bir iş yapıyorlar. Büyük sorumluluklar üstleniyorlar. Ancak başarılı olmaları... Aslında çoğu zaman normal olmamaları sayesinde gerçekleşiyor. Örnek veriyor Ghaemi:

Amerikan İç Savaşı’ndaki generallerin çoğunun ruh sağlığı yerinde değildi. Ulysses Grant bir alkolikti. Robert Lee depresyondaydı ve ailesinde de akıl hastalığı geçmişi vardı.
Abraham Lincoln ve Winston Churchill depresyon ve gerçekçilik arasındaki bağın kanıtıydı.
Mahatma Gandi ve Martin Luther King ise depresyon ve empatinin arasında ne kadar güçlü bir ilişki olduğunun göstergesiydi.
Franklin D. Roosevelt ve John F. Kennedy hipertimik kişiliklerdi (az uyuyan, aşırı dışa dönük, aşırı karışan, baskılanmayan). Bu sayede dirençli oldular.
CNN’in kurucusu Ted Turner ise bir manik depresif. Bu sayede hep yaratıcı düşündü.

Kitap okuyucuya bir çerçeve çiziyor. Geçmişteki liderlerin vakalarını ortaya koyarken de... Bunları yaşadıkları toplumun kanaat önderlerine uygulayabilecekleri tavsiyesinde bulunuyor. Liderlerin yönettikleri toplumu yansıtması gerekmiyor. Şunu savunuyor Ghaemi: En iyi kriz idare eden liderler, akıl sağlığı yerinde olmayan ya da anormallerden çıkar. En kötü kriz idare edenler ise akıl sağlığı yerinde olanlardır.
Tek bir netameli mesele var. Hitler’in durumu. “Başta Hitler’i bir istisna saymayı çok düşündüm” diyor Ghaemi. “Ya da o kadar deli ki, deliliğin yan faydalarından yararlanamayacak kadar deli” demeyi. Ama araştırınca fikrini değiştiriyor. Ve aldığı ilaçların yanlış olmasının Hitler’in davranışlarına etki ettiğine karar veriyor. “Kennedy’ye steroid verdiler ve bu ona iyi geldi. Ama Hitler’e amfetamin verdiler ve bu, bipolar hastalığını kötüleştirdi” diyor.
Kitaptan çıkan sonuç şu: Ülkeyi yönetenlere toplumun tarifinde haddinden fazla önem atfetmemek gerek. Ama kriz durumlarında ülkeyi hafif deli birinin yönetmesinde de fayda var. Tek şartla. İlacını doğru verin!..
Yazarın Tüm Yazıları