Kim ne derse desin ağustos yavan aydır

Kim ne derse desin ağustos yavan aydır.

Nisan ne kadar yabansa ağustos o kadar yavan.

Her günü birbirine benzer.

Şehirde kalan için de şehirden kaçan için de böyledir bu.

Kalanlar teselliyi boş sokaklarda arar.

Kaçanlar kalabalıkta.

Birinciler için trafiğin azalması, parkların boşalması şehrin nihayet kendilerine kalması ne kadar teselliyse, ötekiler için omuz omuza sokaklarda yürümek, dip dibe kumsallarda güneşlenmek, kendileri gibi sahil kasabalarını dolduran kalabalığın arasına karışmak da öyle bir tesellidir.

Biri iyi ki kalmışım derken öbürü iyi ki gelmişim der.

Oysa yavan ağustos aynı zamanda yapışkandır.

Kalmış mı kaçmış mı bakmaz insanın yakasına yapışır. Ümüğünü sıkar, nefesini keser, tenine siner. Bir süre sonra kimsede yavanlığına direnecek mecal bırakmaz. Boş verdirir, kabul ettirir, boyun eğdirir.

Ondan sonra gelsin birbirinin tıpkı basımı günler, geceler...

Gündüzünün çilesi başkadır, gecesinin başka.

İkisinin ortak çilesi ise sıcaktır. Yağlı, kara, harlı sıcak.

Gündelik hayatın tatlarını insana fazla gören sıcak.

Yedirtmeyen, içirtmeyen, uyutmayan, okutmayan, sıcak.

Bu yıl ne yapacak ne edecek ağustosa yenilmeyip, yavanlığa direnecektim.

Ne Bodrum ne İstanbul’da, ne Çeşme ne Adalar’da, ne Cunda ne Assos’ta ağustos ağustosluğundan vazgeçmeyeceğine göre, ondan kaçmak için daha uzaklara gitmeliydim. İlkin gözümü dağlara diktim.

Kaçkarlar’ın sisli doruklarını, Artvin’in gece oldu mu yorgan çektirten yaylalarını düşledim.

Bir hafta iyiydi de ikinci, üçüncü, dördüncü hafta? Koca ay tek başıma Deli Dumrul gibi dolaşamayacağımı sezince bu hülyadan vazgeçtim.

Peki daha uzağa gidemez miydim? Avrupa’ya? Amerika’ya? Başka bir ülkeye, başka bir kıtaya? Başka bir dile başka bir coğrafyaya?

Evde kırmızı cildi eprimiş, Avrupa’nın ortasında hálá Yugoslavya diye bir devlet, Türkiye’nin kuzeyinde hálá SSCB diye bir cumhuriyet gösteren fi tarihinden kalma bir atlas var. İçine kargacık burgacık notlar yazdığım, bir zamanlar gezip gördüğüm şehirlerin beğendiklerimi yeşil, beğenmediklerimi kırmızı halkaya aldığım, gitmek istediğim ülkelere İstanbul’dan başlayan oklar çıkarttığım bir atlas. Temmuz ayının başında işte o emektar atlası elime aldım ve uzayıp giden bir liste yapmaya başladım.

Norveç, Hırvatistan, Pireneler, Normandiya, Andora, İskoçya derken Avrupa’dan on, ağanın eli tutulmaz misali Kuzey Amerika’dan Meksika’ya on küsur daha, değişik diyarları kapsayan upuzun bir liste...

Gitmeye kalksan, değil garip ağustosun, koca yazın bile yetmeyeceği ülkeler, şehirler...

Sonunda yorulmaya değil, dinlenmeye ihtiyacım var diye Avrupa’da karar kıldım.

İyi de Avrupa’nın neresine?

Seçenekleri, kimini bitmeyen günlerin sefası kısa sürede cefaya dönüşür, kimini tekneyle kıyılarını dolaşmazsan bir işe yaramaz diye eleye eleye bir bölgeye indirdim. Sonra da bir şehre.

Geçen yıl üç günlüğüne gittiğim, dolayısıyla da doya doya gezemediğim, pür telaş oradan oraya seğirtirken gözüme çarpan isli binalarına, ayaküstü uğradığım loş publarına, çevresinde yükselen karlı dağlarına, göz alabildiğine uzanan yemyeşil kırlarına, en çok da kendileriyle dalga geçmeyi vazife bilen, saçlarını pembeye boyatsalar da kilt eteklerinden vazgeçmeyen insanlarına vurulduğum Edinburg ve dolaylarına...

Edinburg sevdamı seller götürdü

Edinburg’u listenin başına oturtan ne sadece doğası ne sadece insanlarıydı. Ağustosun biri dedin mi festival mevsimi açılıyor, edebiyattan müziğe, tiyatrodan sinemaya sanatın her alanında düzenlenen festivaller hem sanatçıların hem sanatseverlerin gözünü bu küçük şehre dikmesine yol açıyordu. Yıldızlı otelleri dünyanın dört bucağından gelen turistler doldururken, kent civarındaki şatolar özel uçaklarıyla gelen zenginleri ağırlıyor, sırt çantasıyla gelen gençlere de yollar, parklar, alanlar kalıyordu.

Şehir yirmi dört saat yaşıyordu.

Geçen yıl tam da ben oradayken, otuz beş derecenin üzerine çıkarak serinkanlılıklarıyla tanınan İskoçları çıldırtma raddesine getirse bile, sıcaklık böyle istisnai yıllar dışında genellikle yirmi beş derece civarında seyrediyor ve gelen konukları ne terletip bunaltıyor, ne titretip donduruyordu.

Bundan iyisi Şam’da kayısıydı.

Hem dinlenecek hem eğlenecek hem gezecek hem öğrenecektim.

Daha ne isterdim?

Telefonlar, fakslar, Scotsman’de yer ayırtmalar, uçak tarifeleri, Londra’da giderken mi dönerken mi konaklamalı, arabayla mı trenle mi yol almalı gibi mühim soruların cevapları derken program yapıldı ve tam bu iş bitti, ağustos yavan geçmeyecek diye sevinirken, İngiltere’yi sel aldı.

Ha bugün ha yarın, ha geçti ha geçecek derken bırakın kesilmeyi yağmur hızını arttırdıkça arttırdı ve ülke yüzyılın sel felaketini yaşadı.

Bir ay boyunca kılı kırk yararak yaptığım programa sadık kalmak uğruna çok ayak diredim. Ne var bunda dedim, burada sıcaktan kavrulmaktansa orada suda boğulmak yeğdir dedim, yolları kesen eninde sonunda rahmet dedim, bu böyle sürmeyecek ya elbet bir gün kesilecek dedim, ama ne zamanki ordunun işi ele aldığını, evlerin sadece bodrumlarının değil, ikinci katlarının bile su altında kaldığını, tren seferlerinin kaldırılıp, uçakların iptal edildiğini öğrendim, bu sevdadan vazgeçtim.

Artık eylül

Oysa hesapta bir taşla iki kuş vurmak vardı. Yazıları da oradan yazacaktım. Gidemeyip kalınca takke düştü kel göründü.

Haftada bir kez yazıyorum ama beşinci yılın sonunda yazacak yeni bir şey bulamıyorum. Bunca yıldır gidilecek yerleri, özgün yemekleri, ilginç köşeleri, saklı koyları, değer verdiğim insanları yazdım, yazmaya çalıştım.

Ama bitti.

Yıldızlı konserler, gözde iskeleler, selülitsiz güzeller de ne yazık ki kapsama alanım dışında.

Peki geriye ne kalıyor ağustos sıcağından başka? Yazılara ara vermem bu yüzden. Ama her şey gibi yavan ağustos da gelip geçti.

Şimdi eylül ya,

Herkese kocaman bir MERHABA.
Yazarın Tüm Yazıları