İyi bir düşçü asla uyanmaz!

CUMARTESİ sabahına bir şiir okuyarak başlamak her zaman iyidir, biz de öyle yapalım:

“Bir martı geçiyor ve artıyor / Ve artıyor içimdeki duyarlık / Ah her rıhtım taştan bir karasevda! / Ve gemi çözdüğünde palamarı / Bir bakmışız ki açılıyor uzaklık / Rıhtımla gemi arasında / İşte o an anlatamadığım taptaze bir endişe bürür içimi / Hüzünlü karmakarışık duygular.”

Şiiri okurken gözümün önünde İstanbul canlanıyor, eminim okuyucuların birçoğu için de aynı şey olmuştur.

Şiir Fernando Pessoa’ya ait, Lizbon’a âşık bir Portekizliye! Ve şiirinde anlattığı kent de Lizbon’dan başka bir yer değil.

Pessoa kelimesi Portekizcede “birinin büründüğü kişilik” anlamına geliyor.

AYNI KİŞİYDİ

İsminin bu anlamından mıdır, yoksa bir tek kişiliğin içine bütün duygularını sığdırmayı başaramadığından mıdır bilmiyorum, farklı isimlerle de yazdı, üstelik birbirinden tamamen farklı üsluplarda. Amerikan polisiyelerinde bazen çok kişilikli insanlara rastlıyoruz ya tıpkı onlar gibi.

Edebiyat tarihi kitaplarında “Olabilecek her şeyi, olabilecek bütün tarzlarda hissetmek için kendi içinde gizil olarak bulunan farklı yazar kimliklerine yazı aracılığıyla kurmaca bir gerçeklik kazandırdı” diye söz ediliyor bu durumdan.

Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis, Bernardo Soares ve nüfus cüzdanına kayıtlı ismiyle Fernando Pessoa aynı kişiydi.

“Yaşamak, bir başkası olmaktır. Ve insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır. Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün de anımsamaktır yalnızca. Artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır” diye anlatıyor.

Başlıktaki söz de ona ait zaten: İyi bir düşçü asla uyanmaz!

İtalyan yazar Tabucchi, “Fernando Pessoa’nın son üç günü” isimli romanında bütün bu karakterleri bir araya getiriyor, Türkçede de yayımlandı, konuyu merak edenler için belirteyim.

Portekiz’in başkenti Lizbon’a gelirken aklımda Pessoa, kalbimde Saramago vardı.

Lizbon, kent mimarisi olarak değilse bile coğrafi yapısı bakımından İstanbul’a şaşılacak kadar benziyor. Yedi tepenin üzerinde kurulmuş, ortasından Boğaz kadar geniş bir nehir geçiyor. Tejo Nehri’nin, Atlas Okyanusu’na kavuşurken oluşturduğu halicin kıyısında kurulmuş bu şehirde, Boğaziçi Köprüsü’nün neredeyse ikiz kardeşi diye tanımlayabileceğimiz bir köprü bile var. Tejo Nehri üzerindeki Vasco da Gama Köprüsü!

Musa İğrek, Zaman’da, üç yıl önceki “Lizbon: Bir başka şehirden hatıralar” sergisi için yazdığı yazıda Portekizli yazar Eça de Queiros’un, 1878’de yazdığı bir romanda kahramanın ağzından Lizbon için şöyle yazdığını aktarıyor:

“Ne manzara diye haykırdı avukat ve şehre övgüler düzmeye başladı. Kesinlikle Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biriydi ve şehre giriş, ancak Konstantinopol ile karşılaştırılabilirdi.”

DENİZDEN İSTANBUL!

O yıllarda öyle olmalı. Şimdi pek o kadar sayılmaz. İstanbul’a eğer denizyoluyla gelip Karaköy rıhtımına bağlanmıyorsanız böyle düşünebilmeniz zor. Hava ya da karayoluyla İstanbul’a gelip, kente doğru ilerlerseniz ilk göreceğiniz şey kişiliksiz mahallelerden başka bir şey değil çünkü.

Lizbon’a 23 yıl önce bir kez, iki günlüğüne gelmiştim ve İstanbul’a dönerken “Daha da gelmem” dememiştim ama doğrusunu isterseniz içimden de öyle “Hadi kalkıp bir Lizbon’a gideyim, bakayım neler olmuş” düşüncesi bir daha hiç geçmemişti.

Üç yıl kadar önce Saramago’nun Körlük isimli romanını okurken bunu fark ettim: Romanı okurken gözümün önünde canlanan kent Lizbon’dan başka bir yer değildi. Saramago, romanında kentin adından hiç söz etmiyordu ama öyle hissediyordum.

Daha sonra bir Saramago hayranı oldum. Türkçede yayımlanmış bütün romanlarını arka arkaya okudum. Türkçede yeniden basılan “Bütün İsimler”i (Kırmızı Kedi Yayınları, Çeviren: Nesrin Akyüz) okurken de kararımı vermiştim: Bulduğum ilk fırsatta Lizbon’a gitmeliyim! Ve o “fırsat” bu hafta sonu için mutlu bir iş tesadüfüyle gerçekleşti, bu yazıyı Lizbon’da, bir açık hava kahvesinde yazıyorum. Etrafımda Portekiz’in “bütün isimleri” dolaşıyor.

KİŞİLİKLİ KENT

Lizbon, uzun bir hafta sonu tatilinde rahatlıkla gezilebilecek bir kent.

18. yüzyılın başlarında Portekiz büyük bir denizci imparatorluktu, Brezilya, Macau, Angola, Mozambik gibi sömürgeleri vardı ve Lizbon da bu zenginliği yansıtan bir kentti.

1755 yılındaki büyük deprem her şeyi yerle bir etmiş. Binlerce mil uzaktaki Jamaika’da bile hissedilen depremde kentin 270 binlik nüfusunun 40 bini ölmüş. On dakika içinde art arda gelen üç büyük sarsıntı, Tüm Azizler Günü nedeniyle kentteki yüz kadar kilisede yanmakta olan mumları da devirince binalar alevler içinde kalmış. Felaket bununla da bitmiyor, tsunami de kentin sahildeki mahallelerini silip süpürünce, geriye bir enkaz kalıyor. Portekiz’in ve Lizbon’un altın çağı da bu felaketle birlikte sona eriyor. Yeri gelmişken “Allah İstanbul’u esirgesin” demeden de geçmeyelim, tahtaya vuralım!

Lizbon depremden sonra yeniden inşa edilmiş. Bugünkü kent de o yılların kent tasarımcısı Marki de Pombal’ın eseri. Bizim gibi eski binaları yıkıp, yerlerine daha yenisini ve daha yükseğini yapma alışkanlıkları gelişmediği için de kişiliği olan bir kent olarak kalabilmiş, arnavutkaldırımlı dar sokakları, antik tramvayları, tepelere iniş çıkışı kolaylaştıran asansörleriyle zamanın durduğu bir kent gibi.

Karo mozaikle döşenmiş zeminlerinin üzerindeki eski tahta masalarıyla küçük kahvehanelerde oturabilir, “pastelaria”lardan sokağa taşan mis kokuları takip
ederek lezzetli pastalar yiyebilirsiniz.

25 ve 28 numaralı tramvaylarla şehir turu attıktan sonra, antik fünikülerle denize doğru bir yolculuk yapabilmek de mümkün. Arabalı vapurlara binip, “karşı tarafa” uzanmak da! Dedim ya İstanbul’un bir benzeri bu şehir.

Zengin bir gece hayatı var, fado evleri, küçücük sokak arası barları, bugünün gençlerine hitap eden modern kulüpleriyle gece kolayca yatağa girmeyen bir kent görünümünde. Gece sokaklara akmadan önce bir sokak barında soluklanıp, bir ginginha ile geceye giriş yapmanızı öneririm, Porto beyazı ve güçlü bir şeri brendi karışımı bu. İsteyen caipirinha da içebilir tabii, ben karışmam. İçene “içme” demem, içmeyeni “iç” diye zorlamam!

Michelin yıldızlı restoran avcıları için de seçenek var, geleneksel usullerle pişirilen deniz ürünleri meraklıları için de.

Ve elbette sanat galerileri! Avrupa’nın en ünlü sanat müzelerinden Gülbenkyan bu kentte. Museu Nacional de Arte Antiga’yı da görmek gerek, öğlen yemeği saatinde bahçesinde yemek de mümkün.

GÖMLEK VE MONTLA

Latif bir iklimi var, ben geçtiğimiz hafta sonu gündüzleri bir gömlekle, geceleri onun üzerine giydiğim ince bir mont ile idare edebildim. Rehber kitaplarında Lizbon için en iyi mevsimin nisan ile ekim sonu olduğu belirtiliyor, hava ne çok sıcak oluyormuş, ne de soğuk.

Lizbon’a gelme nedenim yukarıda da dediğim gibi bunların hiçbiri değildi, ama geldiğimde bulduklarım beni fazlasıyla mutlu etmeye yetti.
Saramago’ya yer kalmadı, Lizbon’un zenginliklerine de.

Onları da artık bu köşede mi yazarım, Atlas’ta mı, Tempo’da mı, bilemiyorum. İyi olan editör kazansın diyelim!
Yazarın Tüm Yazıları