Eyfel’in altında 2.5 saat

Evet, Lübnan’da kan gövdeyi götürdü. Türkiye, açlık sınırında. Hálá Kürt sorunu büyük problem.

Ekseriyet, asgari ücretle geçinmek zorunda.

Çok haklısınız, yer yerinden oynuyor.

Dünya acı içinde.
/images/100/0x0/55eaff36f018fbb8f8a44190
Afrika’da açlar var.

Doğayı da mahvediyoruz.

Küresel ısınma büyük sorun.

Nükleer santrallar konusunda kafam karışık, çevre açısından karşıyım, sanayi gelişme açısından elektriğe ihtiyacımız var, onun da farkındayım.

Ülkedeki siyasi dalgalanmalar, giderek daha boğucu oluyor.

"Türkiye, Lübnan’a asker göndersin mi göndermesin mi?" tartışması da can sıkıcı.

Gördüğünüz gibi hepsini düşünüyorum, hepsi yüzünden acı çekiyorum.

Ama n’apim, benim de ikinci evlilik yıldönümüm.

Kusura bakmayın ama...

Kutlamayı engelleyemiyorum.

*

Havaalanındayım ama nereye uçacağımı bilmiyorum.

Avrupa’da bir yer...

Diye umuyorum.

İnşallah öyledir.

Orası neresiyse, ben İstanbul’dan gidiyorum, sevgilim Dubai’den...

Baş başa, Alya’sız, 48 saat geçireceğiz.

Oley!

Sırt çantamın içi, evdeki bütün seksi iç çamaşırlarım ve jartiyerlerimle dolu.

Biri açarsa yandım, iç çamaşırı kaçakçılığı yaptığımı zannedebilir.

Haliyle, jartiyer çoraplarımı da yanıma aldım.

Tabii ki topuklu pabuçlarımı da.

İyi de nereye gidiyorum ben, bilmiyorum ki?

Ya sıcak bir yerse, çorap-morap giyemezsem...

Aman canım ne olacak, herhalde otel odasında bir klima vardır.

Cep telefonuma sevgilimden gelen talimatlar sürüyor.

"Biletler az sonra elinde olacak..."

Gizemli bir yolculuk kimin hoşuna gitmez.

Ama bir taraftan da içimden dua ediyorum, inşallah St. Petersburg, Kiev, Prag, Budapeşte gibi bir yer çıkmaz.

Erkekler, bazen kadınları etkilemek için öyle orijinal icat yerler çıkartırlar.

Benim şu an içimden geçen Paris.

Dümdüz Paris.

Ve ben basbayağı Paris yapmak istiyorum.

Boştur da şimdi, Parisliler şehri turistlere terk etmiştir.

Japon turistlerle birlikte "fruit de mer" yemek istiyorum.

Kat kat deniz mahsulü.
/images/100/0x0/55eaff36f018fbb8f8a44192
Bütün parmaklarımla.

Soğuk beyaz şarap eşliğinde...

*

Ve bilet elime ulaşıyor.

Biri "Ayşe Hanım" diyor ve bir zarf uzatıyor.

Parçalayacak gibi hızla açıyorum.

Kalbim de atabileceği kadar hızlı atıyor.

Yaşasın!

Destinasyon Paris.

Tuhaf bir şekilde, kuşlar kadar hafif hissediyorum kendimi.

Sanki ben oraya buraya yetişmeye çalışan, en çok da kızı için kendini paralayan o kadın değilim.

Değilim.

Ben anne bile değilim.

Şu an öyle hissetmiyorum.

Tamamen sevgili mood’undayım.

Ve en havalı halimle, en saçları fönlü halimle uçağa biniyorum.

Bir mesaj daha:

"İyi yolculuklar... İnince telefonunu aç..."

Açalım bakalım.

"Elinde Arman yazılı bir şilt olan biri seni karşılayacak..."

Karşılıyor.

Bir limuzin Mercedes.

Ooooo, her şey planlanmış.

Ama kendisi yok.

Çünkü o da aynı esnada başka havaalanına iniyor...

Biz otelde buluşuyoruz.

*

Otelde daha önce tanık olmadığım bir şeye tanık oluyorum.

Odaların numarası yok.

İsimleri var.

Minimalist ve çarpıcı.

Beyazlar, tüller, perdeler, az eşya, çok boşluk...

Beni en çok yatak ilgilendiriyor, ve banyo.

Kocaman.

Tamamdır.

Ama odaların anahtarı olmadığını öğrendiğimde biraz şaşırıyorum.

Parmağını koyuyorsun kapı açılıyor.

Bu, anahtar özürlü olan benim kendi evim ve arabam için uydurduğum fanteziydi.

Çantamın içine düşüp kaybolduğumda böyle bir formül bulmuştum.

İşaret parmağınla kilide dokunacaksın önündeki bütün kapılar açılacak.

Masal tadında, "Açıl Susam Açıl" gibi bir şey.

Adamlar yapmış.

Kartı sokma yerine parmağını dayıyorsun, vızzzztttttt diye açılıyor.

Şahane!

*

Sevgilim de öyle.

Oda da.

Yatak da.

Banyo da.

Odanın her türlü numarasını denedikten sonra, bütün ışık oyunlarını yaptıktan sonra, bütün çekmecelerin içinde ne var ne yok karıştırdıktan sonra, televizyon kanallarındaki her türlü kanalı kontrol ettikten sonra, mini bara da bir hamle yaptıktan sonra...

"Hadi artık, sokağa çıkalım.."

*

Şimdiye kadar bu şehre her gelişimde çirkin oldum ben.

Hep Amerikan turistler gibi lastik ayakkabı ile dolaştım.

"Bu sefer anasını satayım, topuklu olacağım" diyorum, "Daha uzun ince görünmek istiyorum, ikinci evlilik yıldönümümüz bu..."

"Emin misin?" diyor sevgilim, sesindeki alayı hissediyorum, "Sonra ayağın su toplamasın...

"Yok canım" diyorum. "Bana bir şey olmaz..."

Ve Paris’te kendimizi yaya olarak oradan oraya taşıyoruz.

Daha çok Saint Germain ve Saint Michel’de dolaşıyoruz.

Daha çok cafe’leri teftiş ediyoruz.

Hangi adam çekici, hangi kadın seksi oyunu oynuyoruz.

*

Ama Paris’te geçirdiğimiz o 48 saat içinde öyle bir şey yapıyoruz ki...

Aradan yıllar geçse bile unutmama imkan yok.

Benim için romantizm o demek.

Ne lüks oteller, ne limuzinle karşılanmalar, ne de pahalı yemekler...

Bunlar uçar gider aklımdan...

Amaaaaa...

Bu yazının asıl yazılma sebebi...

Asla...

*

Dedi ki bana...

"Hadi yürü Eyfel’e gidiyoruz..."

"Nasıl yani?"

"Tepesine çıkacağız..."

"Ama ben çıktım..."

"E ben de çıktım. Ama birlikte çıkmadık..."

"Haaaa..."

"Turistler gibi seninle Eyfel’in tepesine çıkalım. El ele oradan aşağıya bakalım..."

"Tamam" diyorum, kabul ediyorum.

"Dünyaya nanik yapalım."

Ve gidiyoruz.

Ama korkunç bir manzara ile karşılaşıyoruz.

İnanılmaz bir kalabalık.

Öyle böyle değil.

Eyfel’in dört ayağının önü de insan kaynıyor.

Kuyruğun sonunu görmeye imkan yok.

İşte romantizm budur, hiçbir güç sevgilileri yıldıramaz, caydıramaz, demek ki hálá gerçekten sevgiliyiz, o kuyruğa giriyoruz ve 2.5 saat sıramızın gelmesini bekliyoruz...

O arada itişiyoruz, gülüşüyoruz, öpüşüyoruz.

Normalde "İnsanların arasında yapma!" diyen sevgilim, bu sefer sesini çıkarmıyor.

Dubai’de onu sokak ortasında öpmeye kalkarsam azarı yiyorum; ama Paris’te istediğim şekilde davranıyorum, kızmıyor.

Hava nasıl soğuyor, bir üşüyoruz, bir üşüyoruz.

Bir de üzerinde kocaman Paris yazan bir polar satın alıyorum.

İyice komik görünüyoruz.

İyice romantik.

2.5 saat orada dikildikten, tepeye çıkmayı bekledikten sonra...

En en tepeye çıkıyoruz ve 2.5 dakika etrafa baktıktan sonra iniyoruz.

Güzelmiş.

Evet gerçekten çok güzeldi!..
Yazarın Tüm Yazıları