Bozdağ’ın zirvesindeki gizli cennetler

İç Ege’ye yaptığım yolculuğun ilk bölümünde bereketli ovaları, yeşermeye başlamış tarlaları, çiçeklerle süslenmiş ağaçları, baharı karşılayan kasabaları, sırtını Bozdağ’a yaslamış olan bölgenin en eski yerleşim yeri Birgi’yi anlatmıştım. Yolculuk bu hafta da sürüyor. Rotanın üstünde ilginç görüntüler var.

Ege’ye ne zaman insem, bir bahane bulup Tire’ye mutlaka uğrarım. Bu sefer de öyle yaptım. Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar’la birlikte izlediğim rotanın ilk aşmasında, İstanbul’dan yola çıkıp soluğu bereketli Küçük Menderes Ovası’nda almış, Bozdağ’ın eteklerindeki Birgi kasabasında geçmişin içinde dolaşmıştım. Omuzlarımıza yorgunluk çökünce de direksiyonu Tire’ye doğru kırmıştık. Tire’ye gitmek istememin nedeni, oradaki Tirem Oteli’ydi. Bölgede bir tek bu oteli biliyordum. Kasabanın merkezinde temiz bir oteldi. Anadolu’da, kasabalarda eli yüzü düzgün otel bulmak oldukça zordur. Onun için bu gezimde konaklamak için, bildiğim oteli seçtim. Tabii bir de Tire’nin tepesindeki Kaplan Köyü’nde, Kaplan Restoran’da güneşi batırmak da diğer bir nedenimdi. Sürekli okurlarım hatırlayacaktır, Kaplan restoranı, Hürmüz ile Lütfü’nün lezzetli ot yemeklerini birkaç yazımda yazmıştım.

Otele çantaları atıp, bir acele kıvrım kıvrım tırmanan yola koyulduk. Tırmandıkça Tire küçüldü. Nisan ayında bu tepelere ‘papatya karı’ yağar. Papatyalar ağaçların dibini yine kar beyazına boyamıştı. Biz restorandaki yerimizi aldığımızda, güneş Torbalı civarını kızıla boyamıştı bile. Lütfü itirazlarımıza aldırmadan masayı donattı. Küçük Menderes Ovası geçen yıllar daha karanlıktı. Güneş batarken görüntüler silinir, ova bir denizi andırırdı. Şimdi yayılmaya başlayan sanayi, bu karanlık denizi floresan ışıklarıyla soğutmuş, yok etmeye başlamıştı. Masada Zeki’yle, sanayi çevredeki işsizliğe çözüm olur mu diye tartışırken, yan masadan açıklama geldi: Meğer ovada kurulan fabrikalar, çevreden fazla işçi almıyorlarmış. Bir iki bekçi hepsi o kadar... Tüm işsiz gençlerin hevesleri kursaklarında kalmış. Fabrikalar hem tarım arazilerini yutuyor, hem de işsizliğe çözüm getiremiyormuş... Komşu masadaki Tireli, sorunu ve şikayetleri böyle özetledi. Güneş batarken restoran sessizliğe büründü. Güneş, Kuşadası’ndan İzmir’e kadar tüm ufku rengarenk boyadı. Dağların ardından yavaş yavaş kayboldu. Dağlar morardı, ova karardı. Ay incecik bir hilal olup gökyüzüne asıldı. O an kadehlerin çoğu batan güneş için kalktı.

TİRE’DE KAHVALTI

Ertesi gün erkenden yola çıktık. Tireli kadınlar sabahın o saatinde, yollara düşmüş sağlık yürüyüşü yapıyorlardı. Gözüm erkekleri aradı ama nafile bir arayıştı bu. Tire’nin ot yemekleri, köftesi kadar sabah kahvaltısı da meşhurdu. Tireliler sabahın 06.00’sında, tandır ve tandır suyuna pişirilmiş pirinç çorbasıyla kahvaltı yaparlardı. Gece yarısı dükkanlarını açan tandırcılar, en geç 07.00’de dükkanları kaparlardı. Biz sabahın bu saatinde tandır yemeye cesaret edemedik. Onun için Hüsamettin Camii’nin karşısındaki ünlü Namık kuyu kebapçısının önünden geçip, ara sokaktaki börekçiye gittik. Eski usta yoktu. Görevi yeğenine bırakmıştı. O da en az amcası kadar işin ehliydi. Yufkayı açtı, içine peyniri koydu, üstüne bir yumurta kırıp, tekrar katladı. İçinde kızgın yağın bulunduğu sacın üstünde çevire çevire nar gibi kızarttı.

Kahvaltıdan sonra uğradığım çarşıda, dükkanlar henüz açılmamıştı. İş olmadığı için esnaf geç geliyormuş artık. Bu yüzden Zeki’ye urgan çekenleri, semercileri, keçecileri, terlikçileri, nalıncıları gösteremedim. Sabahın sessizliğinde önce Tire’nin en önemli yapılarından biri olan Yahşi Bey Camii’ne gittik. İlçenin müzesine ev sahipliği yapan camiyi 1441 yılında II. Murad’ın paşalarından biri yaptırmıştı. Oradan 15. yüzyılın başlarında inşa edilen Ulu Cami’ye geçtik. Son olarak Tire’de eski Osmanlı evleri içinde en önemlilerinden biri olan Neşetoğlu Konağı’nı gördük. Esnaf kepenkleri açarken biz de kimine göre Keşişler Yöresi, kimine göre Şehr-i Muazzam, Eski Taht şehri, Ulemalar Yatağı, Ahi Kenti diye adlandırılan Tire’ye bir kez daha veda edip tekrar yola koyulduk.

KIRMIZI YELKENLİLER

Bir hızla ovayı aştık, Ödemiş’i geride bıraktık, Birgi’den sola sapıp Bozdağ’ı tırmanmaya başladık. Bozdağ aslında yanlış bir isimdi. Yemyeşil bir dağa bu adı kim, neden takmıştı acaba?.. Yol yılan gibi kıvrıla kıvrıla tırmanıyordu. Her virajda Küçük Menderes Ovası bir başka güzelliğini gösteriyordu.

Bir virajı dönerken, birden gökyüzünde kırmızı bir yelkenli belirdi. Ovanın üstünde süzülüyor tekrar yükseliyor, sonra tekrar kayıp gidiyordu. Bir kartal gibiydi. Sonra ona bir başkası göründü. Onu da bir başka kırmızı kanat izledi. Dağın zirvesinden kendini ovaya doğru fırlatan bu parapantçıları kıskandım. Bir an onlar gibi yeşil denizin üstünde kuş gibi süzülmek istedim.

Yol tırmandıkça tırmandı. Akçakmak’tan sola dönüp Gölcük’e kıvrıldı. Birkaç kilometre gittikten sonra Zeki sağa çekip durdu. Aşağılarda, çam ormanlarının arasına saklanmış bir krater gölü duruyordu. Bu tabloyu önce uzaktan seyrettik, sonra bir acele aşağıya indik. Gölün kıyısında amatör balıkçılar, sazan ve yayın için oltaları suya salmış bekleşiyorlardı. Sazlıklardaki kurbağaların sesi yeri göğü inletiyordu. Kıyıyı onlara bırakıp, köyün içine girdik. Evlere bakılırsa göl ovanın sıcağından kaçanların barınağı olmuştu. Sahilde kahveler sıralanmış, günübirlik ziyaretçiler için hediyelik eşya pazarı kurulmuştu. Bozdağ, zirvesindeki karlarla göl tablosundaki yerini alıyordu. Eteklerindeki üçgen tavanlı, rengarenk evlerin suya yansımaları, insana ‘kaçış düşleri’ kurduruyordu. Kentten kaçıp, buralarda bir süreliğine unutulmak nasıl olurdu acaba? Biz kent bağımlıları bu kaçışı başarabilir miydik?.. Bu soruları Zeki’ye sordum o da yanıt veremedi.

Kıyıdaki bir kahvede bir çay içimi dinlenip yolumuza devam ettik. Yönümüz Salihli’ye doğru idi. Yemyeşil Tozlu Yaylası’nı sağımıza alıp tırmanışı sürdürdük. Zirvenin yakınında bir yerde dağla aynı adı taşıyan Bozdağ kasabasından geçerken bir tabela ilgimi çekti: ‘Bozdağ Kayak Merkezi’. Hemen okun gösterdiği yöne dönüp, daha da yükseklere tırmandık. Dağ 2159 metre yükseklikteydi. Ama yola paralel uzanan uçurumlara bakınca insan kendini gökyüzündeymiş gibi hissediyordu. Ne Zeki ne de ben uçurumların dipsizliğini ve korkularımızı birbirimize dillendirdik.

Kuş uçmaz, kervan geçmez yollardan tırmandık, düz gittik ve sonunda hálá karlı bir tepenin eteğindeki tesise vardık. 20 odalı bir otel, şömineli salonlar, restoran, oyun odaları, teleskisi, telesiyeji ile bakımlı bir tesisti (Tel:232-544 0909). Şimdilik biri 650 metre, diğeri 450 metre uzunluğunda iki pisti vardı. Zirveden döne döne inen 4500 metrelik pist ise yapım aşamasındaydı. Öğrendiğime göre bu tesisi daha çok İzmirli kayak severler kullanıyordu.

Tesisi bekçilere emanet edip, tekrar uçurum kenarlarından Salihli’ye doğru inmeye başladık. Biz indikçe Bozdağ büyüdü, her şeye tepeden bakar oldu. Her virajdan sonra dağın başka bir yüzünü görüyorduk. Gördüğümüz her güzelliği görüntülemek telaşına düşünce de yol bitmek bilmiyordu. Eğer siz de günün birinde, Ödemiş üstünden Salihli’ye gitmek isterseniz yola vakitlice çıkın.

Yol haftaya da devam edecek. Bu kez Sart’a (Sardes), Lydia’nın eski başkentine gidip, geçmişte dolaşıp duracağız.
Yazarın Tüm Yazıları