Aysel Hanım’a saygılarla

Ortalıkta ofur pofur dolandığımı gören bir arkadaşım eksik olmasın, ‘Hayırdır?’ diye sordu.

‘Lise gören bir yerde oturup laflayalım mı biraz bugün?’ diye sordum.

‘Lise gören yer ne be?’

‘İşte, lise, ortaokul filan...’

‘Yuh!’ dedi; ‘O dediğini Aysel Gürel bile yapmıyor. Hani sen şakaklarına kır düşmemiş erkeğe erkek demezdin?’

‘Yok yahu’ dedim; ‘Hem erkek olması da gerekmez zaten; hatta kız lisesi olursa daha iyi...’

‘Sende enteresan eğilimler başgöstermeye başlamış? Hem sübyancı, hem lezbiyen?’

‘Öööf be, saçmalama’ dedim ama lafa böyle girince, hak vermek de lázım aslında.

Vardır ya herkesin hayatta bir moral kaçamağı...

Benimki de bu işte...

Ya denize gireceksin, ya denize bakacaksın... Olmadı, tercihan kız öğrencilere bakacaksın.

Ne zaman hayat urbandan bir ilmik olup boğazıma dolansa ve nefessiz kaldığımı hissetsem -ki haddinden sık vuku bulan bir durumdur, depresyona girmek için aportta bekleyen bünye sağolsun- bir lisenin kapısına gidip paydos saatinde dağılan çocukları izlemek gibi bir huy edindim.

Öyle, haddinden evvel kocamış, haminne tabiatlı birinin nostalji oburu gözleriyle...

Bir yandan dünyanın en kaygısız kıkırdaşmalarına ve cıvıltılarına kulak kabartacaksın, bir yandan da içinden içinden Son Sardunyalar’ı söyleyeceksin:

Hayat işte... İlk yarısında sıkıntıdan gebererek büyümeyi bekliyorsun, ikinci yarısında yine sıkıntıdan patlayarak eski günlerini özlüyorsun.

Küçükken büyüyünce ne olacağımı sorduklarında tereddüt etmeden ‘Gazeteci’ diyordum.

Bugün yine aynı soruyu -daha ne kadar ‘büyünüyorsa’ artık- sorsalar, herhalde; ‘Bu gidişle nihilist’ diyeceğim... Neyse...

Bu diyaloğun yaşandığı saatte, okulların paydos zili çoktan çalmıştı. E n’apiim, yetişkin kadınların standart ilacına başvurdum.

Camdaki yansımama baktım, hazır saçlar da motosiklet kaskı kıvamına gelmiş, indim, saçımı kestirdim. Rahatlamam gerekir değil mi hesapta; beter buhrana sürüklendim.

Ne zaman aşağıdaki kuaförde saçımı yıkatmaya ya da kestirmeye insem, bizim Emrah’la aynı muhabbet geçiyor aramızda:

O- Ya, ablacığım, bak saçların iyice ağardı. Şu gerçekle yüzleş artık, yaşın gelmiş işte. Gel biz şu senin saçları boyayalım.

Ben- Kardeşim ben kendimi biliyorum. Bende öyle bir fikr-i takip yok. Sonra ortalıkta boyası gelmiş kenar mahalle dilberleri gibi gezeceğim. Dayanılmaz hále geldiğinde boyarız, ha?

O- İyi de gelmiş işte o kıvama.

Ben- Oğlum, bunun yaşla alákası yok ki; benim çocukken de bir kısmı beyazdı saçlarımın. Bak şurdaki ince yol var ya; yemin ederim, ilkokuldan beri var.

O- İyi de o zamanki patika, otobana dönmüş.

Ben- Yok abi, bir dahaki sefere belki...

Bugün gözüme bir hoşluk ilişti gerçi. Renkli jöleler çıkmış. Jöleyi sürdüğünde, bir nevi boya yerine de geçiyor: Kırmızılar, turuncular, maviler, yeşiller, gırla...

Onlardan edinip, her gün bir başka renk kafayla kendimi piyasalara vurmayı planlıyorum.

Ve bu konuda Aysel Gürel’in adını bir kez daha anacak olanlarınız varsa, peşinen teessüflerimi iletiyorum.
Yazarın Tüm Yazıları