Atilla Koç şiir konusunda haklı

‘BU yakınlarda görmedim bir rüya / Bir kız sevdim, adı Hülya’

İlkokul çocuklarının uydurduğu türden manzume numunesi nereden çıktı diyeceksiniz.

Şuradan çıktı ki, Kültür ve Turizm Bakanı Attila Koç ‘Şiir azgelişmiş, roman ise gelişmiş ülkelerde olur’ demiş.

Hiç tereddütsüz, doğruyu söylemiş!

Evet evet, fincancı katırlarını ürkütecek bile olsa ben bir defa daha tekrarlayayım.

Tabii ki göreceleştirmek kaydıyla ama, Kültür Bakanı ‘öz olarak’ doğruyu söylemiş.

*

BÖYLE düşünüyorum diye sakın şiir sevmediğimi veya ‘şair düşmanı’ (!) olduğumu falan sanmayın. Asla ve tam tersine!

Her ne kadar son zamanlarda Küçük İskender’den başkasını pek keşfedemediysem de, Yahya Kemal’den Fernando Pessao’ya; Necip Fazıl’dan Rimbaud’ya; Nazım Hikmet’ten Mayakovski’ye; veya Ömer Hayyam’dan François Villon’a, Doğu’nun ve Batı’nın sayısız ve sayısız şairini sonsuz ölçüde severim.

Üstelik, ergenlik çağımdan itibaren ‘Varlık’ ve ‘Yeni Dergi’ sayfalarında; yahut, babamdan miras ‘Tercüme’ mecmuasının ‘Şiir Özel Sayısı’ cüzlerinde yuttuğum satırların daha sonraki formasyonuma kesin damga vurduğunu inkár edebilir miyim?

Hayır! Hatta muhtemelen diyebilirim ki, şiirsiz ben, ‘ben’ olamazdım.

Fakat bütün bunlar, Koç’un biraz formülleştirerek ifade ettiği gerçekteki ‘öz’ü değiştirmiyor, değiştiremez, değiştirmeyecek.

*

ÖYLE, çünkü, konuya ilişkin olarak ‘Milliyet’in sorularını cevaplayan sevgili Enis Batur’un da kayıt koymak şartıyla belirttiği gibi, şiir esas olarak ‘sözel toplum’ geleneğinden kaynaklanır.

Başka bir deyişle, köylülüğün ve göçebeliğin ‘ifade edebiyatı’na uzanır.

Doğu’daki ‘hay-ku’ Japon üçlemelerinden, Batı’daki ortaçağ ‘turubadur’ koşmalarına, şiir, henüz ‘yazıya düşememiş’; henüz ‘kurgu’ dürtüsüyle donanamamış; henüz ‘insani algılamayı’ toprağın, tabiatın ve mevsimlerin ötesine taşıyamamış bir ‘duyarlılık aynası’ yansıtır.

Roman ise artık bunları aşmıştır.

Önce merkantil ticaret burjuvazisinin, sonra da kapitalist sanayi burjuvazisinin ‘yazılılığı’na tekabül eden bu anlatım tarzı, pertavsızla incelediği ve bünyesinden çıktığı ‘modernite toplumu’ gibi, ‘eski şiir’iyle karşılaştırılmayacak ölçüde çetrefilleşmiştir.

İşte, Attila Koç’un ‘az gelişmiş ülkeler’ ifadesini kullanırken bu tarihi perspektifi kastettiğini sanıyorum.

*

BELKİ diyeceksiniz ki, ‘İnsaf, senin de yere göğe koyamadığın o Pessao’ların, o Rimbaud’ların, o Mayakovski’lerin şair sınıfını sanayi toplumu üretmedi mi?’

Doğru!

Tamam da, bu, yukarıdaki olguda mevcut olan ana gerçeği değiştirmiyor.

Şairin ve şiirin modern ve postmodern toplumlardaki bugünkü varlığı, esas ‘ifade ekseni’ni hálá ‘şiirselik’ üzerinde sürdüren toplumların ‘az gelişmişliğini’ hafifletmiyor.

Tabii buradaki ‘az gelişmişlik’ sıfatının çok izafi olduğunu en baştan kabul ediyorum.

*

VE aklıma, Milan Kundera’nın uzun yıllar önce okuduğum bir saptaması geliyor.

Çek yazar bu denemede ülkesini bir ‘şairler şelalesi’ olarak tanımlar ve çok az sayıda romancı bulunmasına rağmen, ‘manzume döktürenler’den geçilmediğini vurgular.

Öyle tabii, çünkü ‘Aslan Asker Şvayk’ın yaratıcısı Haşek’i hariç tutarsak, ‘Çek’ dediğimizde hemen aklımıza gelen Kafka’lar, Bloch’lar falan aslında hep, sanayi ve ticaret burjuvazisinin dili olan Almancayı kullanmamışlar mıydı?

Oysa, merkezi Avrupa devletinde ancak Bohemya ve Moravya köylülerinin lisanı olan Çekçe çok uzun süre ‘şiirsellik’ geleneğinden caymadı.

Türkiye’de farklı mı?

*

HAYIR, hiç değil ve de zaten onun için yazıya, ‘Bu yakınlarda görmedim bir rüya / Bir kız sevdim, adı Hülya’ saçmalığıyla başladım.

Çünkü, ‘Türk modernleşmesi’ne paralel olarak ‘romana geçiş süreci’ni yaşıyor olmamız hálá ‘öz’ü pek değiştirmiyor ve ‘sözel toplum’ tüm ağırlığını koruyor.

Hadi, sanki bendeniz Sirkeci İskelesi’nde köylülere niyet şekeri satarken bir de maniler arayan işportacıymışım gibi, ilkellik bab’ında yukarıdaki manzumeye bile taş çıkartan binbir ‘şiir’ (!) müsveddesinin ‘keşfedilmemiş dahiler’imiz (!) tarafından her Allah’ın günü elektonik posta kutuma düzinelerle gönderilmesini geçeyim.

Fakat, genel sosyolojik parametrelerimize şöyle bir baktığımızda da ‘şiir kutsallığını’nın (!) ve ‘şair fetişizmi’nin (!) hükümranlık sürdüğü göz çıkartıyor.

Üstelik bu ‘kutsallaştırma’ ve ‘fetişizm’, edebiyatta, hatta bütün sanatlarda ‘şair’i her şeyin üzerine koyan bir Blok’un, bir Valery’nin, bir Mandelstam’ın ‘teorik burnu büyüklüklük’leriyle tabii ki kıyaslanamaz.

Türkiye’deki ‘tabandan şiir kutsallaştırması’ (!), göçebe aşıklardan köylü koşmalarına uzanan o sonsuz durağan ‘toprak sözelliği’yle sürüyor ve sürdürülüyor.

En ‘modernist uzantısı’ (!) da arabesk şarkı stüdyoları ve eskiden gazetelerin, şimdi de internet sitelerinin ‘sizden şiirler’ köşeleriyle ‘zirveye varıyor’ (!).

Eh, ‘Yağdı yağmur, çaktı şimşek / Sen de mi şair oldun eşşoğlueşek’.
Yazarın Tüm Yazıları