3 dakikada kerevit, 5 dakikada pizza, 7 dakikada et

Baden Baden, gidenlerin bildiği üzere hap gibi bir şehir.

Orta yerde bu küçük şehir için fazla büyük ve fazla bakımlı bir park, parkın ortasında ısrarla nehir dedikleri dereden biraz geniş bir ırmak, birbirine koşut, zenginlik simgesi markaların yer aldığı iki geniş cadde, şehri çevreleyen tepelere serpilmiş malikane dense yadırganmayacak güzellikte evler... Her biri 19. yüzyılın ihtişamını göz önüne seren vakur oteller, şehrin merdivenlerle çıkılan eski bölgesinde Ortaçağ kalıntısı asık yüzlü gotik bir kilise... Bir iki şarap evi, bir iki sahaf, altlarında ya Willhelm ya Friedrick yazılı muzaffer duruşlu birkaç heykel, birkaç hoş kahve... Ünlü yayıncı Burda’nın servetini borsadan yaptığı söylenen ağabeyine ait, önündeki dev Miro ile iddiasını ortaya koyan özel müze, girişiyle duruşuyla insana ister istemez Dostoyevski’yi çağrıştıran; geniş holünde hayatını oraya yatırmışların portrelerini barındıran casino... Pembe beyaz akasyaların gölgelediği ve yaş ortalaması hayli yüksek yayaların gezindiği sokaklar ve onların akranlarını konuk eden kaplıcalar, kaplıcalar, kaplıcalar. Buradan Gaggenau kasabasına geçeceğim, ünlü Gaggenau Akademisi’nde Almanya’nın ünlü bir şarap tadımcısıyla şarap tadacak ve yine ünlü bir şefle birlikte yemek yapacağım.

Denizcilikte rüzgarın 5.5 şiddetinde esmesi korkulası bir şey midir? Dümendeki kaptana, güle oynaya televizyonu iplerle bağlayan miçoya, köfte kızarttığı tavanın altını söndürmesiyle kendini güverteye atıp ortaya saçılanları toplayan aşçıya bakılırsa değil... Biraz sallanacağız, o kadar. Onların birazı masif maun masanın durduğu yerde duramaması, koltukların devrilmesi, fesleğen saksısının fırladığı gibi yere çakılması demek.

Benim betim benzim attı. Sadece benim mi? Diğerlerinin de.

Oysa güne ne güzel başlamıştık. Yaprak kımıldamayan bir temmuz sabahı, horozlar ötmeden marinadan alacaklarımızı almış, gazetelerimiz, kitaplarımız ve içine bir iki giysi attığımız küçük çantalarımızla tekneye binip vakit geçirmeden açılmıştık. Niyetim kahvaltıdan hemen sonra yazıya oturmak ve öğleye kalmaz varırız dedikleri limandan gazeteye yollamaktı.

Evdekinin çarşıya uymadığı gibi karada yapılan hesap da denize uymuyor anlaşılan. Hava patlamayagörsün insan bırakın yazmayı ne yazacağını bile unutuyor.

Üç hafta önceki güzel geziyi yazacağım oysa.

Öğleye doğru burası nispeten sakin olur dedikleri İkiz Adalar’ın önüne demirledik. Bilgisayardan denizlerdeki hava raporuna bakıyor ve kara haberi alıyoruz: Sabah 5.5 kuvvetinde esen rüzgar daha da azacak ve şiddeti 7’leri bulacakmış. Bu sığındığımız koyda konaklayacağız ve pek gerekli olmadıkça oturduğumuz yerden kalkmayacağız demek. Bu aynı zamanda yazı yazamayacağım, yazsam bile yollayamayacağım demek.

SALLANAN TEKNEDEN ALMANYA KAPLICALARINA

Kamaraya geçip uzandım. Ve gözlerimi yumdum. Dolap gıcırtıları ve beşik sallantıları arasında düşle uyanıklık arasındaki o ince çizgide tuhaf bir şey oldu: Rüzgar kesildi, dalgalar çekildi. Önümde uzanan mavi bir deniz değil artık; yeşil bir vadi. Ege’de fındık kabuğu gibi sallanan bir teknede değil Almanya’nın kaplıcalarıyla ünlü bir şehrindeyim şimdi.

Her penceresinde aynı renk sardunya, her balkonunda aynı renk petunya olan; kalesi, kilisesi, casinosu ve Avrupa’nın ikinci büyük operasıyla küçük mü küçük, şirin mi şirin, zengin mi zengin bir şehirde: Baden Baden’de. İki gece burada konaklayacak ve ardından ördek vaklaması anlamına geldiğini öğrendiğimiz Gaggenau kasabasına geçeceğim. Orada ünlü Gaggenau Akademisi’nde Almanya’nın ünlü bir şarap tadımcısıyla şarap tadacak ve yine ünlü bir şefle birlikte yemek yapacağım. Ve elbette bu yemekleri yaparken ünü dünyayı tutmuş Gaggenau mutfak gereçlerini kullanacağım.

Birinci tekil kullandığıma bakmayın: Geçecek, yapacak, tadacağız. Gene bir basın gezisindeyiz ve altı kişilik küçük bir kafileyiz.

Baden Baden’e vardığımızda akşam olmak üzereydi. Bize Frankfurt’tan bu yana eşlik eden kılavuzumuza bakılırsa yıllardan beri buralarda böyle sıcak görülmemiş. Gerçekten de hava boğucu. Aldırmıyor ve otele yerleşir yerleşmez kendimizi sokaklara vuruyoruz.

Akşam yemeğini gözünü şehre dikmiş atmaca misali kalede yedik. Göz alabildiğine uzanan yemyeşil bir vadi ve ileride ufuk çizgisinde belli belirsiz seçilen Vosges’lar. Tek ses kuş sesleri... Akşam yemeğinden sonra programda casinoya gitmek var. Söylenen o ki Baden Baden’e gelen herkes oynamak için değilse bile görmek için casinoya gidermiş. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde kısa bir süreliğine kapanan onun dışında yüzyıldan uzun süredir açık olan casino müze gibi gezilesi bir yermiş.

NE KADARI BİZİM HÜNERİMİZ NE KADARI ALET EDEVATIN

Biz de gittik. Gerçekten de söylendiği gibi. Varak, billur ve çuhanın el ele verip yarattığı ihtişam gerçekten de görülesi. Gel gelelim bir şey eksik. O şaşaalı yerde insanın gözü kıranta adamlarla güzel kadınlar arıyor. Oysa ne yazık ki karşınıza varını yoğunu elindeki üç kuruşluk pula yatırmış meczuplar çıkıyor.

Ertesi gün gezinin nedeni Gaggenau’dayız. Sizi bilmem ama benim için Gaggenau en güzel ve en fonksiyonel mutfakları üreten marka. Biraz değil hayli pahalı ve edinmesi güç. Ama hem kullanan arkadaşlarımdan dinledim, hem de birinin evinde bizatihi denedim: Hayatı kolaylaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda profesyonel aşçılar gibi müthiş lezzetli ve hızlı yemekler yapmaya olanak sağlıyor.

Düşünün ki buharla pişiren bir fırınınız var. İri bir butu, kalın bir eti ya da canınız çok çekiyorsa çevirmelik bir kuzuyu içine atıyor, yarım saat sonra dışı nar gibi kızardığı halde içi kurumamış etinizi fırından çıkarıyorsunuz.

Bu, fırın. Ocaklar da aynı mantıkta. Dolaplar da. İşte Akademi’de bütün bu alet edevatın sırrını öğrenecek ve Yunan asıllı şefle birlikte hünerimizi ortaya dökeceğiz. Ama önce sırada şarap tadımı var. Üst kat bar olarak düzenlenmiş. Dolayısıyla da tezgahın arkasına kav dolapları yerleştirilmiş. Çelik kasalı, içinde duble magnumlara, yani dev şarap şişelerine, kasalara yani iyi bir markayı kasayla alanlara hatta purolara yer olan iki farklı nem kademesi ve üç ayrı sıcaklığa sahip iri kıyım kav dolapları.

Tadımcı bize iki kadeh veriyor ve bizden aynı şarabı, bölgenin beğenilen şaraplarından bir Riesling’i tatmamızı istiyor. Biri sözünü ettiğim dolapta soğutulmuş, diğeri buz kovasına konmuş. Gerçekten de şarapların tadı farklı. Birinde şaraptaki her aromayı tek tek seçiyor, diğerinde tadı bir bütün olarak algılıyorsunuz.

Tadımdan sonra aşağı indik. Bazen ünlü aşçıların verdiği yemek derslerine mekan olan bazen bizim gibi konuklar ağırlanan geniş salonda gecenin geç saatlerine kadar yemek pişirdik. Beş dakikada pizza, üç dakikada kerevit, yedi dakikada et yaptık. Tatlıya karışmadık. Ve söylemesi ayıp hepsini afiyetle yedik.

Ne kadarı bizim hünerimizdi ne kadarı edevatın, bilemedik.
Yazarın Tüm Yazıları