Zeynep Göğüş

Sırtımızdaki cop

12 Mart 2005
<B>KADIKÖY’</B>de taksiye bindim, 35 yaşlarındaki temiz giyimli şoför burnundan soluyarak dedi ki: <B>‘Doğma büyüme İstanbulluyum, böyle rezalet görmedim.’ </B>Trafik biraz tıkanmıştı, şoföre göre sebebi kadınlardı! ‘Yine ne yaptık?’ diye geçirdim içimden, şoför devam etti: ‘Kadınlar günüymüş. Yuh. Ne günü münü kardeşim. Eski köye yeni adet çıkarmasınlar.’

Baktım hiç sinirlenmiyorum, hatta adamı acıyarak dinliyorum. Eskiden olsa inerdim o taksiden.

‘Demokratikleşiyoruz’ dedim şoföre, ‘Eskiden Yoğurtçu Parkı'ndan dışarı kafamızı çıkaramazdık....’

İlk feminist yürüyüşlerin üzerinden 20 yıl geçti. Zar zor 100 kişi olunur, kaldırımlarda kenar kenar yürünürdü. Şimdi sokaklara sığmıyor kadınlar, coplanacak kadar ciddiye alındıklarına göre de ilerleme var.

* * *

8 Mart’ta Tempo Dergisi'nin paneline katıldım. Lütfü Kırdar Kongre Merkezi gün boyu hınca hınç doluydu, envai çeşit etkinlik yapılıyordu. Turkcell’in kızların eğitimini hedefleyen ‘Kardelenler’ projesinin anlatıldığı panelde Ayşe Kulin doğunun sınır köylerinden İstanbul’a TED Koleji’ne getirilen ürkek kız çocukların uğradığı büyük değişimi anlattı.

‘Kardelen kızlar’ın geldiği yerlerde anket yapmışlar, önce ‘Namus nedir?’ sonra da ‘Namussuza ne ceza verilsin?’ diye sormuşlar. Sonuç yüzde 40 en büyük namussuzluğun kadının zina yapması olduğunu düşünüyor, ‘Cezası ne olmalı?’ diye sorulduğunda ise ‘Öldürülmeli’ cevabını yapıştırıyor.

İstanbul’da kadınlar yürüdü diye öfkeden çıldıran taksi şoförü gibi ‘namus cinayeti’ni işleyen de toplumsal yargıların esiri bir zavallı aslında.

Geçen yüzyılda tüm dünyada statülerini değiştiren en önemli grup kadınlar oldu. Erkekler bu güç kazanımını kendileri aleyhlerinde gördükleri ölçüde direndiler. Gücün en yoğun olduğu yerlerde, direnç de büyük oldu, siyasetteki gibi. Türkiye’de erkek siyaset, kadına yer açmamakta hálá kararlı.

Kadınlar olarak yapılan ayıplara politik bir tavırla karşı çıkmayı beceremedik. Kendimizi suçlamak ve suçlayanlara kanmak yerine karşımızdakinin yanlışını sorgulamak gerekir.

* * *

Bazı erkek meslektaşlarımız AB’ye kızdılar. ‘Sanki onlarda izinsiz gösteri yapalar coplanmıyor mu?’ diye sordular. Olay o erkek yazarlarımız tarafından muhtemelen politik bir mesele olarak algılandı, kadın yürüyüşü olarak değil. Doğrudur, izinsiz gösteri yapanlara polisin AB’de de tavrı sert olabilir, ancak kadın yürüyüşü olarak algılandığında ben bir kadın olarak Beyazıt Meydanı'ndaki copları kendi sırtımda hissedebiliyorum. Unutmayın ki kadın meselesinin evveliyatı var! AB’ye kızmak yerine kadınları adam yerine koydukça demokratikleşmeyi de başarabileceğiz.

Kadınlar! Hakkınızı savunup toplumdaki yerinizi aldıkça bugün sırtınıza inen coplar havada kırılacaktır. Önünüzde iki seçenek duruyor: Sessizliğin rahatlığına sığınmak ya da politik bir tavır geliştirip sorgulamak.

Tercih sizin.
Yazının Devamını Oku

Kedinin gülüşü

5 Mart 2005
<B>‘Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri herkes sevsin demeyeceğim, ama ben kedi sevmeyenlerle anlaşamam.’<br><br>Nurullah Ataç,</B> yıllar önce <B>‘Kedi’</B> başlıklı denemesinde söylemiş yukarıdaki bu cümleyi. Kediler hayatımızda hep vardı, ama bugünkü kadar değil. Başbakan Erdoğan’ı yumağa dolanmış bir kedi olarak çizdiği için ceza yiyen Musa Kart sayesinde kediler Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri haline geliverdi.

Bir kedisever olarak buna itirazım olamaz.

‘Kedinin Gülüşü’ adlı kitabında Deniz Kavukçuoğlu diyor ki: ‘Kedilerle yaşamak kolay olmamaktan öteye başlı başına bir yaşam biçimidir. Seçimleri bu yaşam biçiminden yana olanlar beklenmedik sürprizlere, ruhsal altüst oluşlara ve benzeri yaşanmamış duygu dalgalanmalarına her an hazır olmalıdır.’

Kedili günlerimizin anlam ve önemine bu kadar uyan sözler olamaz!

* * *

Kedi karikatürü meselesinde Başbakanlık hukukçularının işgüzarlık yaptıklarını ve meselenin Erdoğan’dan habersiz gerçekleştiğine inanmak istiyorum. Bana kalırsa o avukatlar kedi sevmeyengillerden. Buna eminim. Çünkü kedileri tanımıyorlar. Tanısalardı eğer, bir kediyi azarladığınızda hiçbir şey olmamış gibi başını çevirip, patilerini yalamaya başlayacağını öngörürlerdi.

Kediler özür dilemeyi bilmezler ki!

Eşi Sezer Duru’la birlikte kedili yaşam süren yazar Orhan Duru’nun Deniz Kavukçuoğlu’na verdiği nota göre genelde Türkler inançları açısından kedileri severler, kedilerin temiz hayvanlar olduğunu düşünürler.

Eskiden kediler için ‘Hubbül hurrede mın’el iman’ denilirmiş. Türkçesi, ‘Kedi sevmek imandan gelir’.

Hz. Muhammed’in bir yakını ‘Kedilerin babası’ anlamında ‘Ebu Hureyre’ adını taşıyormuş, bu adı ona Peygamber vermiş.

Peygamberimizin eteği üzerinde yatmış uyumakta olan kedisini rahatsız etmemek için giysisini kestiği söylenir. Ben bu ilginç hikayeyi çocukken anneannemden dinlemiş, üst üste birkaç kere anlattırmış ve sonra da aynı sebeple hırkamın kolunu kesmiştim.

Kediler hep evlerin başköşesinde en rahat koltukları ele geçirirler.

Kedilerin Osmanlı dünyasında da seçkin bir yerleri var. Irak’ın Erbil şehrinde kurulan kedi pazarlarını Evliya Çelebi anlatıyor. Divan edebiyatında da şairlerin kedileri için yazdıkları şiirler var. Bunlara Hurrename denilirmiş.

* * *

Avrupa Birliği işinde son günlerde hükümette konsantrasyon eksikliği oluştu. Muhtemelen Başbakan, AB yüzünden iç siyasette başının derde girmesinden endişe ediyor. Fakat böyle bir ortamda kedilere neden kızsın, orası pek anlaşılmıyor.

Ortaçağda Hıristiyan din adamları kedileri cadı ilan etmişlerdi. Kedi beslemek suç olduğundan şatoları fareler basmıştı. İslam dünyasında ise kediler hiçbir zaman kıyımla karşılaşmadı.

Tarihte kedi konusunda da alınacak pek çok ders var.

Kedileri kendimize daha fazla güldürmesek derim.
Yazının Devamını Oku

Kedisi, köpeği ile Coşkun Kırca

26 Şubat 2005
<B>ÇALIŞMA </B>masasının arkasındaki kütüphanede büyük boy <B>Atatürk </B>portresi duruyor. Üst rafta ise küçük bir Türkiye haritası üzerine basılı <B>Atatürk </B>resmi, bu kez kalpaklı. Ve Türkiye haritasının üzerine yayılmış Atatürk’ün ünlü sözleri: ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Ne mutlu Türküm diyene.’ İsmet Paşa’nın, Denktaş’ın, BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın, NATO Genel Sekreteri Joseph Luns’un imzalı fotoğrafları.

Kırmızı deri kaplı eski İngiliz çalışma masasının üzerine kitaplar yayılmış. Joseph Jacoub’un Fransızca ‘Dünyada Azınlıklar’ adlı kitabı. Jeopolitik ve siyasetle ilgili Fransa’da çıkmış en son kitaplar... Bu müthiş kütüphane fikri, üretkenlik düzeyi erişilmez bir beyne ait: Coşkun Kırca’nın evindeki çalışma odasındayım.

Başsağlığı ziyaretçileri artınca bütün gün soran gözlerle onu arayan sevgili köpeği Laki ile birlikte koridora geçiyoruz. Kedisi Kedoş ise ortalıkta görünmüyor.

Kediyi ve köpeği aynı evde dost yapan adamın kitapları koridora taşmış. Tavana kadar iki kitaplık dolusu yemek ve pasta kitabı var. Coşkun Kırca değer verdiği misafirlerine kendi yemek pişiren adam, aynı zamanda Türkiye’nin en zengin ‘Gourmet’ kütüphanesinin de sahibi.

* * *

Bir okyanusu, bir köşe yazısına sığdırmak mümkün mü? Coşkun Kırca’yı bir köşe yazısında anlatmak imkánsız. ‘Tartışma duygularla değil, fikirle olur.’ Coşkun Kırca’ya ait bu sözleri hiç unutmayacağım.

Türkiye’nin gelmiş geçmiş insan galerisinin içinde yüzlerce yıl sonra da öne çıkacak olan bir adam. Her kesimin mütalaasına başvurduğu bir beyin.

Sanırım çok şanslıydık, dünyada beyin olarak yıldız kadrosu oluşsa, Kırca mutlaka o takımın içinde olurdu. Bu ülkeye ait olmanın gururunu taşıdı. Tahammül edemediği şey ise aptallıktı.

Türkiye halkı olarak ona çok şey borçluyuz. Ben sadece herkesten biraz daha borçluyum, hepsi bu...

‘Fikir namusu’ kavramının somutlaştığı insan olarak Coşkun Kırca’yı çocukken tanıdım. Hayatımın en önemli yılında, liseyi bitirip yurtdışına gittiğimde velim oldu. Öğrenim hayatım ve gazetecilik kariyerimle ilgili yaptığı yönlendirme olmasaydı, bugün vardığım noktaya gelemezdim.

Babama teşekkür borçluyum. En yakın arkadaşı Coşkun Kırca olduğu için. Onların her sabah birbirlerine telefonla verdikleri basın raporunu, verip veriştirmelerini, heyecanlı eleştirilerini dinlemeyi çok özleyeceğim.

* * *

Gönül babasının odasına girdi. Laki üzgün gözlerle bana baktı. Çalışma odasındaki kanepeye yerleştim. Son kez aynı yerde oturduğumda, çok incelikli bir tahlille Fransa’nın Akdeniz politikasında meydana gelen değişikliği dinlemiştim Coşkun Kırca’dan. 17 Aralık öncesi Fransa’daki Türkiye aleyhtarlığına karşı Le Monde için hazırladığımız mektubu gözü kapalı imzalayışını ise unutamam.

‘Tartışma duygularla değil, fikirle olur.’ Ben onu bu sözleriyle hatırlayacağım.
Yazının Devamını Oku

Kavaklıdere yılları

19 Şubat 2005
<B>TUNALI </B>Hilmi’de çocukların bisiklete bindiği, Büklüm Sokak’taki evlerin gizlice girilen bahçelerinde ağaçlardan kiraz toplandığı <B>‘İsmet Paşalı Yıllar’</B>daydık. Kavaklıdere’de küçük bir üçgenin içinde geçerdi hayat. O yıllarda Güniz Sokak’taki Devrim Apartmanı’nın üst katında oturan, karavel saçlı, kazaklarının devrik yakasına büyük broşlar takan, mini eteği ve deri maksi pardösüsüyle çok genç ve çok sıcak bir kadın hatırlıyorum.

Perihan Teyze...

Kavaklıdere sakinlerinden Perihan Teyze (Oral), Feride Teyze (Erten) ve annem bir sabah koskoca İsmet Paşa’nın kurduğu hükümette bakan eşi olarak uyanıp tevazu içinde yeni konumlarını kabullendiklerinde henüz 30’lu yaşlarının başındaydılar.

Kocaları genç, başarılı ve yakışıklı adamlardı. İsmet Paşa ilk toplantısını yapan bakanlar kuruluna şöyle bir göz atmış ve bu genç adamlara vereceği ilk öğüdü seçerken ‘Elinize, dilinize, belinize hákim olacaksınız’da karar kılmıştı.

* * *

80 yaşındaki CHP lideri İsmet Paşa 3. İnönü koalisyonunu açıkladığında bunun bir reform hükümeti olduğu kabinedeki genç bakanlardan belliydi. Bülent Ecevit (38) Çalışma Bakanı, Hüdai Oral (38) Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, Muammer Erten (39) Sanayi Bakanı, Turan Şahin (39) Tarım Bakanı, Ali İhsan Göğüş (39) Turizm ve Tanıtma Bakanı ve Hükümet Sözcüsü, Kemal Demir (40) Sağlık Bakanı... Yaşlı bir liderin gençlere olan bu güvenini İsmet Paşa’dan sonra gelen hiçbir siyasetçi bu boyutta sergileyemedi.

Ama o, İsmet Paşa’ydı. Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa...

Ertuğrul Özkök kayınpederinin ardından yazdığı yazıda, son yıllarında hafızasının ihanetine uğrayan Hüdai Amca’nın İsmet Paşa’yı unutmamakta direndiğini yazdı.

CHP’nin bu genç kadrosu İsmet Paşa’ya normal bir insan gibi değil bir kahraman gibi bakarlardı.

* * *

Hüdai Amca
ve babam 40’lı yıllarda kaldıkları Beyazıt’taki CHP Yurdu’ndan arkadaştılar. Hüdai Amca Denizli’de ulusal kurtuluş savaşında yer almış bir aileden. Babası da 1950’ye kadar milletvekili. Hüdai Amca CHP’ye girmemiş, orada doğmuş...

60’ların ikinci yarısında babam, Muammer Erten ve Hüdai Oral, Ecevit’i genel sekreter olarak İnönü’ye kabul ettirdiler. Ortanın Solu’nu CHP örgütüne onlar benimsettiler.

Derken partide ayrılıklar başgösterdi.

Yıllar geçti. Tansu Oral yan apartmana taşınan ve Mick Jagger’a benzettiğimiz, kendi tanımıyla ‘bir yanı solcu, öteki yanı hippi’ Ertuğrul’la evlendi. Şule Erten, Bucak soyadıyla siyasete atıldı. Şule, Altan Öymen döneminde CHP Genel Sekreter Yardımcısı iken parti üyelikleri yenilendi. Hüdai Amca’yı ve babamı tekrar CHP’ye kaydetme işini Şule üstlendi.

Bu yazıyı yazmak beni çok duygulandırdı. İnsan bazı tanıklıkların değerini zamanla anlıyor.
Yazının Devamını Oku

60 milyon Çinli piyanist var

12 Şubat 2005
<B>BUGÜN </B>cumartesi. Oğlumun solfej dersi var. Piyano çalanların konsantrasyon yeteneği artıyormuş. Hedefimiz bu kadarla sınırlı, maksat hoşluk olsun. <B>Mozart </B>yetiştirme hırsımız yok. Zaten yeni bir Mozart muhtemelen Çin’den çıkacak.

60 milyon piyanist varmış Çin’de. Bu rakam bana çok çarpıcı geldi. Ve Çin’le ilgili korkumu yenip farklı bir bakış açısı geliştirmeme yol açtı.

1 milyar 300 milyon kişilik kapalı bir kutunun kapağının açılmasıyla dünya bundan 15-20 yıl sonra çok farklı bir yer olacak.

Çin’e bakınca ilk tepki olarak korkmakta haklıyız. Rakamlar, özellikle bazı sektörler söz konusu olduğunda insanın tüylerini diken diken ediyor. Çin’le rekabet edemeyen Türk tekstil sektörünün bir milyar dolara yakın ihracat kaybına uğraması söz konusu ki bunun sonuçları dalga dalga işsizlik olarak hissedilecek.

* * *

Diğer tarafta da Çin’deki farklılaşmayla birlikte petrol boru hattı güzergáhları değişime uğruyor. Bugün sevkıyatın büyük kısmı Batı’ya. Yarın ise Çin’e. Petrol yollarının değişimi, dünya dengelerini derinden sarsacak. Bir milyon Çinlinin bisiklete binmesi kimseyi ilgilendirmez; ama ya aynı sayıda Çinlinin direksiyona geçmesi? Çinliler iki yıl sonra Amerikalıların tükettiği petrolün yarısı kadar tüketecek. 15 yıl sonra bugünkünün üç katına yakın petrol gerekecek Çin’e.

Özetle, dünya petrolün yerine farklı bir enerji kaynağı bulmak zorunda. Ve bunu bulan da bir Çinli olabilir.

Neden mi?

60 milyon piyanisti olan bir ülkede elbette kafası çalışan çok parlak gençler de var. Yeni fikirlerin üretiminden tüm insanlık yarar görecek. Bir Çinli çıkıp da kanserin aşısını bulsa fena mı olur?

Araştırmacı sayısına oranladığınızda yeni buluşların Çin’den çıkması olasılığı çok yüksek. Tabii buna bir de Hindistan’ı eklemek gerekiyor.

Böyle düşündüğünüzde Türkiye’nin de Avrupa için taşıdığı önem daha iyi anlaşılabilir belki. Eski Avrupa’nın ihtiyaç duyacağı yeni fikirler, genç Türkiye’den gidebilir.

* * *

Çin’e farklı bakabilen, tüm dünyada kazançlı çıkacak. Fransa’dan bir örnek: Spor gazetesi l’Equipe bu değişimi yakalamış ve 2008 Pekin Olimpiyatları’nın yaratacağı fırsatı da düşünerek bir Çin stratejisi geliştirmiş. Ve gidip oranın en çok satan spor gazetesiyle anlaşma yapmış.

Galiba hepimizin bir Çin stratejisi olması gerekiyor.

Oğlum piyano çalar mı çalmaz mı bilemiyorum; ama çocuklarımızın sırf Çin faktörü yüzünden bile bugünkünden çok farklı bir dünyada yaşayacağı kesin.
Yazının Devamını Oku

Bir yer olacak orada, adı Kerkük

5 Şubat 2005
<B>ÇİÇEĞİ </B>burnunda ABD Dişişleri Bakanı Bayan <B>Rice </B>bugün Türkiye’ye geliyor. Bölgemizde uygulanmak istenen Pax Americana’yı bir kez daha burnumuza sokacak olan bu ziyaret Türk-Amerikan ilişkilerindeki güven bunalımının aşılmasına yarar diye umuyoruz. Zira Ortadoğu cehenneminde alevlerin bize de ulaşacağı bir hareketlenme var; Başkan Bush üç gün önce, 3 Şubat’taki konuşmasında Suriye ve İran’ı hedef gösterdi.

Ortadoğu yangın yeriyken duygusal gerginlik zamanı değil. Duyguları kışkırtan nutuklarla bir yere varmak mümkün değil. Çünkü duygular zaten var. Ve bu her iki taraf için de geçerli.

Bugün Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan gerginliklerin temelinde, 31 Mart Tezkeresi’nin TBMM’de kabul edilmemesi var. Ama bunun sonrasına da bakmak gerekir. ABD tarafı aşırı duygusal davranmadı mı? Tezkere sonrasında üslup seviyesizliği Türkiye’yi derinden yaraladı. Askerlerimizin kafasına çuval geçirilmesi... Amerikan medyasındaki Türkiye’yi aşağılama kampanyaları...

Bugün ilişkilerde büyük bir güven bunalımı yaşanıyor.

* * *

Tarihte Pax Romana, Pax Ottomana, Pax Brittanica oldu, şimdi de Pax Americana (Amerikan barışı) var. Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi ABD açısından Pax America’nın en ağırlıklı kısmı. ABD bu bölgenin enerji kaynaklarını her ne pahasına olursa olsun denetlemek istiyor. Bu bölgedeki Pax Americana, ABD’nin istemediği hiçbir değişikliğin ona rağmen yapılamaması anlamına gelir. Bu çerçevede Türkiye’nin kıymeti ancak ABD ile işbirliği yaptığı ölçüde var. Yoksa elimiz kolumuz bağlanır.

* * *

Irak’a asker gönderme tezkeresinin kamuoyunda tartışıldığı günlerde Türk basınının Amerikan kolejli, radikal ama resmin bütününü göremeyen bir köşe yazarı ve benzerleri ‘Kuzey Irak’ta Kürt devleti kuruldu da size mi battı?’ diye sormuşlardı.

Eh biraz öyle oldu. Geldik bugüne ve Kuzey Irak’taki gelişmeler istesek de istemezsek de, farkına varsak da varmasak da bize batıyor. Sadece siyasi olarak değil, Doğan Hızlan gibi kültür önderleri Kerkük meselesine tarihi ve kültürel değerlerin korunması açısından bakıyorlar ki çok haklılar.

Öte yandan, Irak’la ilgili Amerikan kültüründe şehitlere yakılan ağıtların dışında herhangi bir şiirsellik var mıdır, bilmem ama gün gelir Türk ulusunun ortak bilinçaltına işlemiş satırlar (Arif Nihat Asya) anımsanıverir:

‘Perdeleri örtük/ Lambaları sönük/ Sırtında yıllar yük/ Hatıraları kırık dökük/ Bir yer olacak orada/ Adı Kerkük’...

Stratejik işbirliği ve ortak menfaatlerin korunması, ulusların duyguları büsbütün göz ardı edilerek yapılabilir mi? Condolezza Rice’ın kadın ruhu bu inceliği belki anlar diye umuyoruz.
Yazının Devamını Oku

14 Euro’luk faks

29 Ocak 2005
<B>İSVİÇRE’</B>deyim, otel lobisinden faks geçmeye çalışıyorum; çünkü bilgisayarıma takılan GPRS çalışmıyor. Uzaktan internet bağlantısı gerçekleştireceği söylenen alet <B>‘servis yok’</B> yazısı gönderince iş başa düşüyor. Resepsiyona faks ücretlerini belirten bir yazı asmışlar. Avrupa ülkeleri: 1 sayfa faks 7 Euro. Avrupalı olmayan ülkeler: 14 Euro. Elimde 5 sayfa yazı var, hem Hürriyet’e hem de Tempo’ya haftalık yazımı geçeceğim. Aradaki iki kat farkı görünce şansımı denemeye karar veriyorum:

‘İstanbul’a faks çekeceğim, Avrupa fiyatı uyguluyorsunuz değil mi?’

Resepsiyondaki genç görevli bir süre düşünüyor, karar veremiyor, öbür uçtaki arkadaşına sesleniyor: ‘Türkiye artık Avrupalı, değil mi Nicole?’ Nicole cevap veriyor: ‘Hayır, henüz değil!’

Bu kısacık cevap benim için faks gönderiminde yüzde 50 artı bir maliyet demek.

* * *

Faks için iki misli para öderken henüz Avrupalı olamamanın başımıza gözle görülmeyen, elle tutulmayan kimbilir başka ne maliyetler çıkardığını düşünüyorum.

Aslında resepsiyondaki kızın tereddüdünden hoşlanmış olduğumu da fark ediyorum. Emin olamıyor, soruyor: ‘Türkiye artık Avrupalı, değil mi Nicole?’

Eskiden olsa ‘Şaka mı ediyorsunuz? Türkiye mi? Ne Avrupası?’ diye suratıma bakardı bu aynı kız. Arkadaşının cevabı da ilginç: ‘Hayır, henüz değil.’ Yani artık Avrupa kamuoyunda Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde yer alacağına dair bir beklenti oluşmuş durumda.

* * *

Lobide kahvemi yudumlarken gazeteleri karıştırıyorum. Le Monde’da bir İngiliz araştırmacının çalışması, başlık şöyle: ‘Balkan ülkelerinin AB’ye girişi zor.’ Acaba neden zor? Üç sebep sıralanıyor: Birincisi, Balkan ülkelerinin Osmanlı geçmişi. Bu geçmiş, kültürel bir zorluk yaratıyormuş bu ülkelere. Katılmıyorum; çünkü Yunanistan, Romanya, Macaristan ve Bulgaristan’ın da Osmanlı geçmişleri var.

İkinci zorluk ise şimdi çok daha sıkı durun, Balkan ülkelerinin ulus devlet olmayışlarıymış. Çünkü sadece ve sadece ulus devletler AB ile bütünleşmeyi başarabilmişler. Bunun da bu kadar açık sözlülükle dile getirildiğine ben şahsen ilk kez tanık oldum.

Balkan ülkelerinin Avrupalı olmalarındaki üçüncü zorluğun ise 1990’lı yıllarda yaşadıkları savaşın bıraktığı izler olduğu söyleniyor ki buna da hak veriyorum. Avrupa, burnunun dibinde yaşanan son Balkan faciasını aylar, hatta yıllar boyu seyretmekle yetinmedi mi? Kolay unutur mu oradaki insanlar bu vurdumduymazlığı?

Resepsiyondan çağırıyorlar. Fakslar gitmiş. Parayı ödüyorum. 5 sayfa, toplam 70 Euro... Balkan ülkeleri Avrupalı mı diye bir soran olsa, resepsiyondaki kız ne derdi acaba?
Yazının Devamını Oku

Dağdan dağa selam

22 Ocak 2005
St. Moritz<br><br><B>DÜNYA </B>liderlerinin hacca gider gibi her kış geldikleri Davos kasabası, bir zamanlar o kadar fakirmiş ki insanlar kestane ve şarapla beslenirmiş. Davos’un sırtını yasladığı karlı dağın diğer tarafında bulunan ünlü kayak merkezi St. Moritz için durum daha farklı değil. İsviçre, Avusturya, İtalya ya da Fransa’da olması fark etmiyor: Yoksul dağ köylerinin varsıl yerleşimlere dönüşmesi, kış sporları sayesinde olmuş.

Buralara ne zaman yolum düşse bizim Doğu Anadolu dağlarını düşünürüm. O bölgenin, makus talihini kış sporları sayesinde yeneceğine inananlardanım. Sarıkamış’tan başlayıp Kuzey Anadolu sıradağlarının iç hattından Orta Anadolu’ya uzanan kış sporları merkezleri hayal ederim. Bugün okula gönderilmeyen küçük kızların buz pateni yapıp kayak kaydıklarını, turizm meslek kurslarından geçirilip pansiyon işlettiklerini, yörede işsiz kalmadığını, gençlerin kayak hocası olduklarını, otellerde çalıştıklarını düşlerim.

Peki ama o bölgeye turist nereden mi gelecek? Rusya ekonomisinin toparlanması ve İran’daki reformlar sayesinde bugünlerin çok da uzak olmadığını biliyorum.

Yaşayan görür...

* * *

İyimser olmamın bir nedeni de buraların tarihinden yola çıkmam. Tahta paletlerin karda ulaşım için kullanımı neolitik çağlara kadar gidiyor; ancak spor ve eğlence amaçlı ilk kayakçıların ortaya çıkışı 18’inci yüzyılda. Meraklı bir ulus olan İngilizlerin Alp Dağları’na dadanmasına şaşmamak lazım. Fakat fakir İsviçre köylerini turist amaçlı olarak yaz aylarında ziyaret edermiş İngilizler. Derken 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında, tam tamına 1860’ta Badrutl adlı bir köylü, İngilizleri kışın da geri getirtmeyi başarmış. Badrutl’s Oteli o günden bugüne ulaşabilen deluxe bir marka olarak St. Moritz’in göl kenarında turist ağırlıyor.

Dünya kış sporları tarihi o kadar eski değil. 1860’ta ilk paten yarışması yapılmış. Kayak üreten ilk fabrikanın Norveç’te açılışı 1886’da. Dünyanın ilk kış olimpiyatları 1924’te St. Moritz’de düzenlenmiş. 1950’de dünyanın ilk slalom yarışlarının düzenlendiği yer de burası.

* * *

St. Moritz’in marka olmak anlamında bize öğreteceği çok şey var. Öncü olmak bir etken, Alpler’in yılda 300 günden fazla güneş alan bir noktasında bulunması da doğal destekçisi.

Ancak asıl mesele kimsenin yayılıp oturmaması. St. Moritz markası yaz kış konserlerle, müzelerle, moda gösterileriyle destekleniyor. Örneğin, bugünlerde St. Moritz Gurme Festivali başladı. Buranın yemekleri ünlü değil; ama dünyanın en ünlü aşçılarını otellere getirip St. Moritz’i dünyanın en iyi yemek yenilen kış sporları merkezine dönüştürme iddiası var.

İyi bir stratejiyle turizm sektörünün Doğu Anadolu’da St. Moritz’ler, Davos’lar yaratması mümkün. Bunun için düğmeye basma zamanıdır.
Yazının Devamını Oku