Şehir Tiyatroları’nın Harbiye’deki merkezlerinde, nostaljik neon ışıklı kapıda bizi genel sanat yönetmeni, tiyatro ve sinema sanatçısı Ayşegül İşsever karşılıyor… İçerideki dev duvarda tiyatro dünyamızın hayatını kaybetmiş efsane isimlerinin fotoğrafları asılı; İsmail Dümbüllü, Reşat Nuri Güntekin, Semiha Berksoy, Ayla Algan, Erol Keskin, Engin Cezzar, Gülriz Sururi, Haldun Taner, Suna Pekuysal… Duayen ustalarımızdan, yolu Şehir Tiyatroları’ndan geçmemiş olanı adeta yok gibi. Şehir Tiyatroları bu yıl 110. yaşını kutluyor. ‘Güzellikler Evi’ anlamına gelen Darülbedayi’nin tarihinde bize kendisi de ‘evin kızı’ olan İşsever rehberlik edecek. Önce ev sahibemizin hikâyesini dinleyelim…
ANNEM TEK BAŞINA 4 ÇOCUĞU SANATLA İÇ İÇE YETİŞTİRDİ
Ayşegül İşsever, sanatçı bir anne ile turizmci bir babanın dört kızından en büyüğü olarak Ankara’da dünyaya geliyor. Anne ve babasının ayrılığıyla altı yaşındayken İstanbul’a taşınıyorlar. Annesi Leyla Erbaş, İstanbul Radyosu’nda ses sanatçısı ve tam bir kültür-sanat aşığı… Ayşegül Hanım: “Çocukluğum Türk sanat müziği dinlemekle geçti. Annem bizi her hafta sonu ya müze gezmesine ya sinemaya ya tiyatroya götürürdü. İzlediğim ilk oyun Nejat Uygur’un tiyatrosundaydı. Kütüphaneye, resitale, baleye gitmeyi, sergi gezmeyi severdik. Annemiz bizi sanatla iç içe büyüttü. Tek başına dört kız çocuğu yetiştirdi.”
EVDE SOFRAYA DAVET EDİLMEYİ BEKLERDİM
İşsever, izlemek kadar henüz çocuk yaşta sahnede olmaktan da hoşlanıyor. Okul piyeslerinin aranılan ismi oluyor: “Hiçbir zaman mimar veya doktor olma hayalim olmadı. Ben ne yapacağımı biliyordum. İlkokul öğretmenim beni çok yüreklendirdi. Tarih dersinde Fatih Sultan Mehmet’in hayatını anlatacaktık. Ben annemin fistanları ve havlularını burup kendime kavuk yaptım. 23 Nisan şenliklerinde oynanacak oyunları ben seçer, ben sahneye koyardım. Okulda tiyatro kolundaydım. İçgüdüseldi. İddialıydım, evde de sofraya oturacaksam davet edilmek isterdim (gülüyor). İlgi ve alakayı seven bir çocukmuşum.”
1) Tarih 10 Kasım 1938… Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, bir süredir hasta yatmakta olduğu Dolmabahçe Sarayı’nda hayata gözlerini yumuyor. Onu İstanbul’dan Ankara’ya gözyaşları içinde yoğun bir kalabalık uğurluyor. Devlet töreninin ardından geçici mezar olarak hazırlanan Etnoğrafya Müzesi’ne götürülüyor. Peki Türk ulusunun büyük kahramanı Atatürk’ün ‘ebedi istirahatgâh’ı nerede ve nasıl bir yer olacaktır? Bunun için Ankara’da bir komisyon kuruluyor. İki sene süren tartışmalardan sonra üç konuda fikir birliğine ulaşılıyor.
Fotoğraf: Murat ŞAKA
İNKILAPLARIYLA SARILI...
Öncelikle usule karar veriyorlar; bu proje için bir yarışma açılacak, seçimi de ünlü mimarlardan oluşan bir jüri yapacak. Peki yeri neresi olacak? Bir kısım Atatürk’ün çok sevdiği Çankaya civarında olmasını istiyor. Ancak Çankaya artık şehirleşmiş.Bütün kentten görülebilecek sembol bir yer seçiliyor; meteoroloji istasyonlarının bulunduğu ‘Rasattepe.’ Altında Friglere ait bir höyük olduğu biliniyor. Üçüncü konu; nasıl bir anıt mezar? Kriterler belirleniyor; Atatürk’ün siyasi ve manevi mirasını yansıtan, Kurtuluş Savaşı’ndan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna, gerçekleştirdiği inkılapları anlatan bir yapı… 2 Mart 1941’de yarışma açılıyor. Yurtiçi ve yurtdışından 47 ekip başvuruyor. Bunlardan biri de İTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı meşhur mimar Emin Onat ve onun kürsüsünden doçent Orhan Arda…
2) ATATÜRK’ÜN DOSTU HACI ADİL BEY
Emin Onat çok tanınır ama Orhan Arda ismi pek bilinmez… Arda’nın oğlu, kendisi de yüksek mimar olan Ömer Arda anlatıyor: “Orhan Arda’nın babası Osmanlı Dönemi’nin önemli şahsiyetlerinden Hacı Adil Bey. Selanik’te doğuyor. Devlette çeşitli vazifelerden sonra İttihat Terakki’nin ileri gelenlerinden oluyor. Bir dönem Dahiliye Nazırlığı yapıyor. Atatürk’ün de yakını. Öyle ki Atatürk ona imzalı bir silah hediye ediyor. Bu silah iki sene Çanakkale’de sergilendi.”
3) DOĞUMU: 19 MAYIS 1911 SELANİK
1)Türkiye’de gündemin hızına yetişmek zor! Ersun Yanal ile geçen hafta Diyarbakır’da buluşmuştuk... Beş aydır teknik direktörlük görevini yürüttüğü Amedspor’un Iğdır’da yapacağı Pendikspor maçının hazırlıkları içindeydi. Maçta alınan 1-0’lık yenilgi sonrası Amedspor yönetimi olağanüstü genel kongre kararı aldı. Yanal ve ekibi de görevden ayrıldı. Ersun Hoca, öncelikle şu değerlendirmeyi yapıyor: “Kariyerim boyunca çok iyi dönemleri de başarısız dönemleri de yaşadım. Başarı bir skor değil, bir süreçtir. Denizlispor, Gençlerbirliği, Ankaragücü dönemlerinde İkinci Lig’den aldığımız oyuncularla Türk futboluna çok ciddi katkıda bulunan değerler ürettik. Bir teknik direktör tek başına başarılı olamaz. Bu bir organizasyon işidir.”
Fotoğraf: Levent KULU
FABRİKADA GEÇEN ÇOCUKLUK
Güncele biraz ara verip Ersun Hoca’nın hayatında ve zihin dünyasında ufak bir yolculuğa çıkalım… Ersun Yanal, Arnavut göçmeni bir baba ile yine Arnavut göçmeni bir annenin üç çocuğundan ilki olarak, 1961 yılında İzmir’de dünyaya geliyor. Onu Aysun ve Füsun isimli kız kardeşleri izliyor. Aile, elektrikçi babanın bir iplik fabrikasında çalışmaya başlamasıyla Yanal dört yaşındayken Denizli’nin Sarayköy ilçesine taşınıyor. Çocukluğu fabrikanın çevresinde, uçsuz bucaksız araziler içinde top oynayarak, bisiklete binerek, tarlalarda uçurtma uçurarak, ekinlerin üzerinde atla biçer döver çevirerek, pamuk toplayarak, meyve ağaçlarına tırmanarak geçiyor.
SPORSEVER KOSOVA GÖÇMENLERİ
Spor çok küçük yaştan itibaren hayatında… Ailede meşhur isimler var; annesinin kuzenleri dönemin Milli Takım oyuncuları Ayfer ve Ayhan Elmastaşoğlu. Büyürken onların hikâyelerini dinliyor. Yanal da kâh kendi deyimiyle ‘mahallede top peşindetepiniyor’, kâh annesinin sepetinden çalıp yaptığı potayla basketbol oynuyor. Aile bu durumdan memnun mu? Yanal, “Bizim aile Kosova göçmeni olduğundan spor, sanat ve kültürle ilgili her zaman teşvik vardı” diye yanıtlıyor.
İDDİALI MAHALLE MAÇLARI
Yazar, çevirmen, sinema, caz ve polisiye eleştirmeni, spor yazarı, radyo programcısı… Liste uzayıp gidiyor. Peki kendisi, kendisini en çok ne olarak tanımlıyor? Sevin Okyay, kendi de bu sorunun yanıtını verirken zorlanıyor: “Aslında ben kendime göre ‘edebiyat’ demek isterdim ama ‘çevirmen’de kalacağım galiba. Yoksa ‘gazeteci-yazar’ diyorum. Bir yandan 1995’ten beri aralıksız radyo programcılığı da yapıyorum. İlla ‘Her şeyi yazacağız’ derlerse; ‘O zaman ‘dramaturg’ da yazın bari diyorum. Çünkü Mehmet Atak çevirdiğim bir oyunun dramaturgluğunu da bana yaptırmıştı. Hoş, dramaturg hâlâ ne anlama geliyor tam anlamış değilim (gülüyor)!” Bu kadar çok yönlülük nasıl olmuş? Her şey nasıl başlamış? Okyay, “Tek sebebi var, annem” diyor.
SÖZ HASTASI VE GÜFTE KUŞUYDUM
Biz filmi biraz daha geriye saralım; Sevin Okyay ev hanımı bir anne ile mimar-mühendis bir babanın iki çocuğundan ilki olarak 1942 yılında dünyaya geliyor. Anne tarafı Çerkez kökenli. Anneannesi Osmanlı sarayında bir şehzadenin haremindeymiş. Baba tarafı ise Arnavut kökenli. Annesiyle babası birbirlerini Kadıköy taraflarında buluyorlar. Ancak mutlu evlilik uzun sürmüyor. Okyay henüz 12 yaşındayken ayrılıyorlar. Sevin Hanım, “Annem güzel olan her şeyi severdi. Bir kültür âşığıydı, bizim temelimizi o attı” diye anlatıyor: “Gittiği her yere bizi de götürürdü; bazen caz bazen alaturka bazen klasik müzik konserleri, sinema, tiyatro… O dönemin şarkılarının tüm sözlerini hâlâ hatırlıyorum. Tam bir söz hastası ve güfte kuşuydum.”
NEMEÇEK’E HÂLÂ AĞLARIM
Henüz çok küçük yaştan itibaren hayali ‘meşhur yazar’ olmak. Bunda yine annesinin etkisinin olduğunu anlatıyor: “Daha okula gitmezken annem yatak ucumda bana en az yarım saat kitap okurdu; Oliver Twist, Tom Sawyer, George Washington Carver, Akıllı Kate, Pal Sokağı Çocukları… Pal Sokağı’ndaki Nemeçek’e hâlâ ağlarım! Ortaokul birinci sınıfta ‘aruz’ vezni öğrendik. Hâlâ çok severim, ritmi çok güzeldir. Bulmaca gibi görürüm. Sonra da Divan Edebiyatı’ndaki gazellere vurdum kendimi. Maalesef eski düzyazılar hep sıkıcı yazılmış. Yoksa aslında çok güzeldir.”
1- Opera mı türkü mü? Türkiye’nin kültür-sanat alanındaki en kadim, bitmek bilmeyen tartışma ve polemik konularından biri bu… Bundan birkaç hafta önce Prof. Üstün Dökmen, Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde şu satırlara yer verdi: “Bugün internete baktığımızda Ruhi Su için ‘türkücü’ deniliyor. Türkücü olmak onur vericidir ancak Ruhi Su hayatı boyunca türkü de söyleyen bir opera sanatçısı olmuştu. O bir bastı. Bazıları İhsan Ekber’i de sadece türkücü sanır ancak o da Kerkük türkülerini muhteşem söylemenin yanı sıra yurtiçinde ve dışında operalar söyleyen bir tenordur.
Ruhi Su ve İhsan Ekber örnekleri daha niceleri gibi Atatürk’ün öngörüsüyle, Cumhuriyet’in getirisiyle ortaya çıkmıştır.” Kimdir İhsan Ekber? Hem türkü hem opera nasıl olur? Cumhuriyet’in getirisi nedir? Bu soruların cevaplarını almak üzere Ankara’daki evinin kapısını çaldım.
14-15 yaşlarında, Kerkük
AİLEDE HERKESİN SESİ GÜZELDİ
Hikâyesi Irak’ın Kerkük şehrinde başlıyor… İhsan Ekber, 1957 yılında Kerkük’ün Çay Mahallesi’nde petrol rafinerisinde memur olarak çalışan bir baba ile ev hanımı bir annenin 11 çocuğundan beşincisi olarak dünyaya geliyor. Baba tarafı hep Kerkük’te yaşamış Türkmenlerden... Annesinin ailesi aslen Erzurum’un Horasan bölgesinden. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kerkük’e göç ediyorlar. Ekber, “Türkmenler Telafer’den Mandeli’ye kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış aydın insanlardır” diyor: “Bizim ailede müzisyen yoktu ama herkesin sesi çok güzeldir. Babam hoyratlar dörtlüler, annem de şiir söylerdi.”
SENE 1980 - Annesi, babası ve kardeşleriyle, Kerkük
1) Hikâyenin başı elbette Ankara’da! Erdal Beşikçioğlu, 1970 yılında Karadenizli bir baba ile Arnavut kökenli bir annenin iki çocuğundan ilki olarak Ankara’da dünyaya geliyor. Ancak aile babasının Vakıflar Bankası’nda müfettiş olması sebebiyle sık sık şehir değiştiriyor; Ankara’dan İzmir’e oradan Kayseri’ye oradan tekrar İzmir’e... En son Narlıdere Mehmet Seyfi Eraltan Lisesi’nden mezun oluyor. Yeniden Ankara’ya kavuşması 1989 yılında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nı kazanmasıyla oluyor.
Fotoğraf: Murat ŞAKA
O ZAMAN TİYATRO OLSUN…
Beşikçioğlu, “Tiyatroyu ilk Türk Koleji’nde Turgut Özakman’ın ‘Ocak’ oyunuyla tattım” diye anlatıyor: “Büyük merakım yoktu. Üniversite için ne yapacağımı bilemiyordum. Babam, ‘Mutlaka okuman lazım’ diye beni zorlayınca ‘O zaman tiyatro olsun’ dedim. Önce Dokuz Eylül Üniversitesi Konservatuvar Bölümü’nün sınavına girdim ama kazanamadım. Ertesi sene Ankara Konservatuvarı’nın sınavını kazandım ve sanat, yaşamımın odağı haline geldi.”
ANKARA SAHNELERİNİN USTALARI
Beşikçioğlu, “Sabah okula, akşamüzeri dublaja gidiyor, akşamları da oyunlarda figüranlık yapıyorduk. Birçok ustayla bu dönemde sahnede tanıştık. Çetin (Tekindor) Hoca’nın ve Lemi (Bilgin) Hoca’nın üstümde çok emeği vardır” diye devam ediyor: “Ankara’ya İstanbul’dan bir oyun geldiği zaman sahneye çıkan oyuncu arkadaşların dizi titrerdi, çünkü çok usta isimler vardı. Ankara kültür sanat konusunda bir liderdi ama zamanla tozlandı. Tiyatroda metnin bilmecesini çözmek çok hoşuma gitti; sosyolojik vakayı irdeleyip sahne üzerindeki eserin yorumunu yapabilmeyi sevdim. Buna ‘dramaturji diyorlar.”
2) ÇATIŞMALI GÜNLERDE SANAT
1) Köksal Toptan ve eşi Saime Hanım ile birlikte saymaya çalışıyoruz; 16., 18., 19., 20., 22., 23. ve 24. dönemler… Sonunda Köksal Bey, “33 sene” diye çektiğimiz matematik işkencesine son veriyor: “Rahmetli Deniz Baykal’dan sonra TBMM’de en fazla vakit geçirmiş kişilerden biriyim. İlk girişim 1977...” Henüz okul yıllarında Adalet Partisi’nin gençlik örgütünde çalıştığı dönemleri de sayarsak onun için neredeyse 50 yıldır siyasetin içinde diyebiliriz! Bu süre içinde milletvekilliğinden Devlet Bakanlığı’na, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan Meclis Başkanlığı’na devletin en üst kademelerinde çalıştı; sayısız hükümet gördü, ihtilaller, krizlere tanık oldu, Türk siyasetinde iz bırakmış liderlerle mesai yaptı.
Fotoğraf: Mert Gökhan KOÇ
KİMSESİZLERİN KİMSESİ CUMHURİYET
Her şey nasıl başladı? Köksal Bey, “Aslında 1943 yılında Rize’de doğan Köksal Toptan’ın hayatı Türkiye’deki demokrasinin gelişimine paralel gibi gözüküyor” diye yanıtlıyor: “Biz, rahmetli Atatürk’ün ‘Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir’ diye tabir ettiği kuşağız. Cumhuriyet olmasa bu kuşak yetişmez, bizler bulunduğumuz köyde kalırdık ama kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet bize sahip çıktı. Beni de Rize’nin Camidağı Köyü’nde buldu… Ben orta halli bir memur ailesinin yedi çocuğundan en büyüğü olarak dünyaya geldim. İlkokul birinci ve ikinci sınıfı bir sınıflı bir dershanede okudum. Üçüncü sınıfa geçtiğim zaman Rize’den Zonguldak’a göç ettik. Babam Türkiye Kömürleri İşletmesi’nde memur olarak çalışıyordu.”
Sene 2007/Köksal Toptan, 9 Ağustos 2007’de ilk turda oylamaya katılan 535 milletvekilinin 450’sinin oyunu alarak TBMM`nin 24`üncü Başkanı oldu.
TOPLUM İKİYE BÖLÜNDÜ
Gençlik hayali mühendis olmaktı. Toptan, “Maden kenti Zonguldak’da mühendislerin gururlu halleri bizim kuşağı etkiledi” diyor. Ancak siyasi iklim onu başka bir alana yönlendiriyor: “1960’lar, Türkiye’de Yassıada davaları sebebiyle hukukun tartışıldığı yıllardı. Ben Demokrat Partili (DP) bir ailenin çocuğuyum. Babam DP’nin ocak teşkilatlarında çalıştı. Öyle olunca 1960 ihtilalinden bir süre sonra babamı işten attılar. Rize’ye döndük. 1961’de hükümet kurulunca babamın yeniden işe girme imkânı oldu, Zonguldak’a döndük ama bu süreç genç bir delikanlının beyninde travmalar yarattı. Hak, hukuk, adalet, yargılama içinde yoğun bir yaşam geçirmek zorunda kaldık. Haksızlıklara karşı direnen kesimlerin de haksızlığa uğraması DP ve CHP olarak ikiye bölünmüş toplumu ciddi şekilde rahatsız ediyordu. Siyasi bölünme o dönem çok yoğun yaşandı. Doğrusunu isterseniz hiç güzel olmadı.”
2) KUTUPLAŞMANIN TARİHİ
“Senelerce, senelerce evveldi; bir deniz ülkesinde, yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz…” Edgar Allen Poe’nun ‘Annabel Lee’ şiirindeki bu dizeler 1960’lı yıllarda evlenmiş genç bir çifte, Mahir ve Şükran Kaynak’a ikinci çocuklarının ismi için ilham oluyor: Deniz Ülke… Bugün Türkiye kamuoyu onu uluslararası ilişkiler ve politik psikoloji alanında uzman bir akademisyen, Prof. Deniz Ülke Arıboğan olarak tanıyor. Onun için adeta alanının içine doğmuş diyebiliriz! Akademisyen bir çiftin üç çocuğundan ikincisi olarak İstanbul’da dünyaya geliyor. Babasını matematik öğretmeni olarak biliyor. Ta ki bir gün gazetelerde ‘MİT Ajanı Mahir Kaynak’ haberleri çıkana kadar!
“Makaleden çok kitap yazmayı seven bir akademisyen oldum. Bugün 14 kitabım var.”
BABAM JAMES BOND GİBİ BİR ŞEYMİŞ
Okulda öğretmeni, “Senin baban MİT ajanıymış” diye altı yaşındaki Deniz Ülke’yi bütün ülkeyle beraber haberdar edince ağlayarak eve geliyor. Kapıda karşılaştığı komşusu ‘Neden ağlıyorsun? Baban James Bond gibi bir şey” deyince yüreğine su serpiliyor. Babası dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) mensubu, iktisatçı ve yazar Prof. Dr. Mahir Kaynak… Olayın daha ‘akademik’ açıklamasını Deniz Ülke Hoca yapıyor:
SENE 1969 - Deniz Ülke 4-5 yaşlarında
DEVLETE HİZMET AŞKIYLA DOLUYDU