Paylaş
Fener Rum Lisesi’ndeki mezuniyet törenine katıldığı için Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’ya teşekkür ederim. 1870’te, İstanbul’da 59 Rum okulu vardı, bugün dokuz tane ve anaokulundan liseye toplam öğrenci sayısı 240. Bu yıl toplam lise mezunu sayısıysa 25...
1977 yılında sadece Zoğrafyon Rum Lisesi’nden mezun sayısı 30’dan fazlaydı. Eğer benim mezuniyet törenime dönemin eğitim bakanı gelseydi, bugün Rum okullarındaki toplam öğrenci sayısı 240’ın en azından birkaç katı olurdu. Niyetim geçmişi deşmek değil elbet. Geleceğe bakmak ve mevcut şartlarda, ‘İstanbul’daki Rum okullarının bundan 10 yıl, 20 yıl sonra kapanmamaları için ne yapılabilir?’ sorusunu sormak.
Uzman değilim, dolayısıyla önerilerde bulunmak haddimi aşar.
PERDE İNMESİN IŞIKLAR SÖNMESİN
En iyisi, Eğitim Bakanı Çubukçu’nun da katıldığı mezuniyet töreninde, Zoğrafyon Rum Lisesi Müdürü Yani Demircioğlu’nun konuşmasından alıntılar yapmak:
“İstanbulla özdeşleşen Rum okullarını, kâh ağlatan, kâh güldüren klasik bir tiyatro eseri gibi gözlemledim. Öğrenci sayısının sürekli azalması en büyük olumsuzluğu yaratmaktadır. Evet Sayın Bakanım, oyunda yer alan ve tiyatro dili tabiriyle, sahne tozunu yutan meslektaşlarım adına diyorum ki: Tiyatro kapanmasın, perde inmesin. Bizler bu tarihi oyununun son kahramanları olmak istemiyoruz. Okullarımızın karakterlerini değiştirelim, kapılarımızı ardına kadar yabancı uyruklu öğrencilere ve Rumca öğrenmek isteyenlere açalım. Eski vatandaşlarımızın geri gelebilmesi için çözüm üretelim. Mezunlarımıza, üniversitelerde kontenjan, özel üniversitelerde burs sağlayalım.
Okullarımızda Rumca ve Türkçe kurs verebilmemiz sağlansın. Sağlanacak bu hareketlilik ülkemiz için de büyük yarar sağlayacaktır. Sayın Bakanım, sizleri antik Yunan devrinin şairi olan Sofokles’in bir sözüyle selamlamak istiyorum: “Utis sinehtin, Alla sin filin efin.” Yani, insanlar birbirleriyle düşman olmak için değil, beraber ortak çalışmak ve birbirlerini sevmek için doğarlar...
Rehagel’in heykelini dikip sonra güle güle diyelim
Belki ilk maçların kimyası öyle, belki her takım puan hesabı yapıyor ve daha onlarca belki var ama ben Dünya Kupası maçlarında oynanan futboldan zevk almadım.
Hatta son birkaç Dünya Kupası’ndan da unutamadığım bir maç yok. Dünya Kupası maçlarının lezzeti ve heyecanı 1970’lerin sonunda bitti gibi.
Son üç Dünya Kupası için kabahati Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde buluyorum. O kadar kaliteli ve heyecanlı maçlar izledikten sonra, Dünya Kupası maçlarının seviyesi, en iyi durumda Eurolig’i (eski UEFA Kupası) geçemez.
Güney Afrika’daki şampiyonada yıldız futbolcular yok değil, ancak hepsi yorgun. Hepsi hedefe o kadar da inanmamış görünüyor ve hepsi de önümüzdeki Şampiyonlar Ligi’ni düşünüyor.
Genç yetenekler de yok değil. Ancak, yıldız oyuncularla genç yeteneklerin kaynaşmasının, milli takımların 15-20 günlük bir hazırlık dönemine sığması beklenemez.
Teknik direktörlere gelince, bana bu işten elini ayağını çekti çekecek tekaüt adayları gibi geldiler. Dünya çapındaki faal teknik direktörlerden hiçbirinin Dünya Kupası ile öyle fazla ilgilenmediği kanısındayım.
Yunanistan’a bakıyorum, Alman Teknik Direktör Otto Rehagel 70 yaşını geçmiş. Güney Kore’ye karşı 2-0’lık yenilgiden sonra Atina’da söylenenler, “Adam bizi 2004’de Avrupa Şampiyonu yaptı. Hâlâ aynı takımı aynı taktikle oynatıyor. Tamam, önce heykelini dikelim ama sonra adama güle güle de diyelim” şeklinde.
Kriz treni şovları ezdi
Sevenlerine “Ey millet, Elvis Costello ya da Grace Jones konserleri için Atina’ya gelin” diyeceğim ama diyemiyorum. Çünkü her iki konser de ekonomik kriz yüzünden iptal edildi. Başka zaman olsa iki sanatçının konserleri için biletler çoktan tükenmişti. Jones’un konseri için önceden satılan bilet sayısı 300’ü geçmedi. İngiltere’den gelen ‘Evita’ (Eva Peron) ve ‘Thriller Live’ (Michael Jackson) müzikallerine de ilgi beklentilerin çok gerisinde... Melodiler gibi zamanlar da değişti. İki saatlik bir konser, bir şov için 50-80 Euro verecek babayiğitleri, ekonomik kriz adlı tren ezip geçti buralarda...
Gitmediğime pişman oldum
Ne yalan söyleyeyim, üşendim gitmeye. Onca yıldır aynı şey tekrarlanıyordu ve iki yıl önceden kalma anılarım da o kadar iyi değildi. Ne canım İstanbul mezeleri vardı açık büfede ne de zeytinyağlılar... Güvertede çalan müzik de ‘eh işte’ydi. Gidenler anlattı, bu defa her şey çok iyiymiş. Açık büfede bir tek, kuş sütü eksikmiş. Üstelik Ziynet Sali de şarkılarıyla coşturmuş davetlileri. Pire’deki Poseidon Fuarı nedeniyle, Türk Deniz Ticaret Odası’nın ev sahipliğinde geçen pazartesi günü Ankara Gemisi’nde yapılan baloyu kaçırdım. Tüh olsun bana! Ankara gemisi bir dahaki fuar için Pire Limanı’na demir attığında, erkenden gideceğim.
Paylaş