Paylaş
Ablade Glover ve Tuğrul Cankurt
İkisi de ressam.
Biri Ganalı, biri Türk.
Onlar belki birbirlerini tanımazlar.
Belki...
Ama benim salonumda çok iyi arkadaşlar, sürekli birbirlerine bakıyorlar.
Aralarında sessiz sedasız bir arkadaşlık var.
***
Ablade Glover’ı sadece tablolarından, ExxonMobil’da çalıştığım süper ve sanatsever patronum Michel Gouzerh sayesinde tanıyorum. Michel’in bana binlerce iş öğrettiği yetmedi, yıllarca sanat ve fotoğraf dersleri de verdi.
Ama Tuğrul Cankurt’u, şahsen tanıma şansım oldu.
Hemen şu anda konuyu dağıtıp sizleri şu deyimin üzerinde durmaya davet edesim geldi tam da bu satırda.
“Şansım oldu” diyebilmek ne güzel bir şey değil mi?
İnsanın hayatında bir sürü şey “şansı” oluyor; ama kimi zaman bunu hissederek söylemeyi ıskalıyor.
“Iskalamak” kelimesi de olağanüstü bir Türkçe kelime mesela.
Kelimelerin anlamlarını, hele de yeri gelip doğru kullanıldıysa, inanılmaz önemsiyorum. Kalbime işliyorlar uzunca süre.
“Şansım oldu ve bu hissi ıskalamadım” cümlesinin gücüne bakar mısınız durup bir süre... Evet.
Tuğrul Cankurt’u şahsen tanıma şansım oldu ve şans diyorum ben buna.
Ve kelimelerin gücüne dair duyduğum bağ kalbimi daha hızlı çarptırıyor mesela şu anda. Şans; ne kadar basit ama ne kadar güçlü bir kelime.
İnsan hayatta kaç kere hayata Tuğrul Cankurt gibi tutunmuş bir sanatçıyla karşılaşıp tanışabilir ki? Belki 1 kere.
O 1 kere benim şansım oldu işte.
***
Kadın tabloları, çizimleri, resimleri, kısa hikayeleri, yazıları, romanları, kitapları, müzikleri ezelden beri beni çok etkiler.
Neden bilmiyorum, ama öyle.
Elif Şafak “Siyah Süt”ü yazdığında delirmiştim.
Kıskançlıktan!
Kitabın başında o içimizdeki tüm kadınları dışa vururken özet geçtiği Dünya edebiyatındaki kadınları anlatmasını kıskanmıştım mesela.
Sinir de olmuştum lohusalıkla ilgili kitap yazdığı için; çünkü ben de yazmak istemiştim ama cesaret edememiştim.
Tamamen kadınsal fesatlıklarım işte!
Anlattığı kadınların bana dair bir hikayesi vardı kendi içimde, ve birden sanki anlatılınca öyle herkese uluorta Elif Şafak, kendimi çırılçıplak kalmış hissetmiştim sevmediğim bi kalabalığın içinde.
Örneğin Sylvia Plath...
Ben öyle deliyim ki, çok sevdiğim bir yazarı paylaşmayı da sevmiyorum. Hele de Sylvia Plath’ı!
Elif Şafak, tüm Türk okurlarına Sylvia Plath’dan bahsedince, ölücek gibi oldum ben.
Çünkü onu bilmeyen herkes birden öğrenecekti ve belki hikayesini yarım yamalak bilecek ona hak ettiği değeri benim istediğim gibi vermeyecek, hadsizce ona acıyacak, veya kalitesizce sevecekti.
Garip belki ama, gerçek bu hissettiklerim.
Ben, kadın yazarların -yazar olması da gerekmiyor tabi, kadınların yani- tıpkı Nil’in Pazartesi günkü Kelebek yazısında bahsettiği gibi, bitmek bilmeyen cam tavanlar ve yel değirmenleriyle savaşmak zorunda olduğunu bildiğimden/hissettiğimden/yaşadığımdan belki de işte; kadın tabloları, yazıları, kitapları vesairelerine dair fazlaca hassasım kendi içimde.
***
Glover’ın kadın tablolarıyla tanıştığımda dilim tutulmuştu tam da bu yüzden işte.
Nasıl mı yapmış kadını Glover?
Afrikalı kadın.
Ganalı.
Başının üstünde, filmlerde görmüşsünüzdür, yükünü taşıdığı o sepet var.
Müthiş bir endamla, denge içinde, başının üzerinde yükünü, hasadını bi şeylerini taşıyarak yürür Afrikalı kadın.
Sırtında da bebeği vardır çünkü...
Benim salonumdaki tabloda da, o kadın, karşıdan geldiğini göremediğimiz ama hissettiğimiz bi rüzgara karşı dimdik, başında sanki aslında “güneşmiş” gibi de duran o ağır sepet dimdik durur.
Dimmmmdik! (4 tane “M” var, bastıra bastıra dimmmmdik!).
Öyle dik duruyor ki kadın başındaki ağırlığa rağmen, sanki güneşe değiyor kadının başı. Sepet değil, güneş taşıyor başında sanki...
Göğe eriyor başı.
Öylesine bir güç, bir asalet, bir duruş var halinde.
***
Tuğrul Cankurt’un tablolarındaki kadın ise bambaşka yerden vurur beni.
Bir ağaç ama gövdesi kadın bedeni.
Bacaklarından toprağa kök salarken, başından rengarenk dallar fışkırıyor gökyüzüne.
Sarıyor hayatı.
Hayata dallarıyla sarılırken, ayaklarından toprağa kök salıp tutunuyor.
Topraktan göğe, gökten toprağa bir bağ oluyor ağaçtan bedeniyle.
Kadın ağaç, ağaç kadın.
Bakmaya doyamam önünden her geçişimde.
***
Tuğrul Cankurt omurilik felci ve bedeninin yüzde 3’ünü kullanarak, o da ancak fırça eline bağlandığında yapabiliyor tablolarını. “Kolektif bir çalışmadır benim sanatım...” diyor.
Hayata öylesine tutunuyor işte.
Bir ağaç gibi.
Nazım Hikmet’ten dizeler geliyor mu kulağınıza tam da bu satırda işte...
Öyle...
***
Glover ve Cankurt salonumdaki tablolarıyla her gün bana selam çakıyorlar.
Göz kırpıyorlar başım ne zaman eyilecek gibi olsa.
Başının üstündeki tüm ağırlıklara, zorluklara, engellere rağmen dimdik duran,
başıyla güneşe uzanan, güneşten güç alan,
ayaklarıyla toprağa kök salıp güçlenen,
Kollarıyla göğe ve hayata sımsıkı tutunan kadın tablolarıyla her Allah’ın günü bana bir şey anlatıyorlar yılmadan.
Bilmem ben de size anlatabildim mi buradan?
Yonca
“tutun”
İlk tablo Glover, ikincisi Tuğrul Cankurt...
Paylaş