Paylaş
Bu konuda yapmadığım şey, yaşamadığım saçmalık kalmadı gibi.
Bir “hasta” olarak
hayli doktor da tükettim, uzman da...
Hesap kitapla, tek tip diyet uygulaması ekollerle hep bir ileri iki geri yaptım ve çok büyük stres yaşadım.
Odak noktan o rakam, o kilo, o besin, o diyet olunca iş daha da zorlaşıyor.
Tutarlı, sürdürülebilir bir şey asla olmuyor. Asabın giderek bozuluyor. Kendine olan inancın bitiyor.
Bir de çevrede sürekli her bir şeyi oh maşallah başarmış, hep mükemmel dolaşan tipler oluyor, sen iyice beter oluyorsun. Sürekli bir kıyaslama hali. Kardeşim 10 parmağım benzer değil, benim bedenim ona nasıl benzesin!
O ruh halinde insana 100 gram bile 10 ton gibi geliyor. Çok pis bir durum.
Kendini sırf bir rakam yüzünden sevmemek çok çok çok üzücü, kırıcı, yıkıcı bir şey. Neyse, bütün bu yıllar boyunca bu konuda verdiğim uğraşlar, çabalar sonucunda anladığım, öğrendiğim şeyler şunlar.
Bana ne iyi gelir, ne iyi gelmez, bunu benim anlamam çok önemli.
Biri dedi diye veya test öyle dedi diye değil, hissetmem de önemli yani.
Sevdiğim ve iyi gelmese de kopmak istemediğim şeyler neler, bilip ona göre davranmak da rahatlatıyor. Mesela şarap, et, peynir ve mayalı her şey beni mahvediyor, ama canım da çekiyor. Değdiğine düşündüğüm zamanlarda “Bana ne ya, kaşınmayı da kabızlığı da göze alıyorum, yicem işte!” diyorum.
En önemlisi doktorum Dr. Nurhayat Gül’ün bana 6 yıldır sürekli söylediği şey; yediklerimi suçlulukla değil de keyifle, severek, tadını alarak yemek bedenimi, ruhumu olduğu kadar, o gıcık tartıdaki rakamları da iyi etkiliyor. Listeler üzerinden gitmek insanı perişan ediyor. Faşist düzende köle gibi hissediyorum.
Tek ciddi gerçek var o da işlenmiş şeker bütün kötülüklerin anası. Eroin gibi bir şey. Bünyeye girdi mi seni teslim alıyor, zehirliyor, bağımlılık yapıp öldürene kadar uğraşıyor.
Bir de maalesef porsiyonlarımız kapasitemizden çok büyük.
Mesela geçen sabah bir baktım, Likya Yolu Ultra Maratonu’ndaki 5. günde 106 km. için start almadan yediğimin 10 katı filan bir kahvaltı ettim ve o gün toplasan 10 metre yürümedim.
Neden o kadar çok yedim hiçbir fikrim yok. Bitince fark ettim, gülme tuttu.
Yemek yemenin doğal bir ihtiyaç olduğunu unutmuşuz. Ya görev gibi, ya mecburiyetten, ya sürekli korkarak, ya tokken açgözlülükten veya keyiften işini tadını kaçırarak yiyoruz.
Yemek yemeyi odak noktandan çıkardın mı normalleşme de başlıyor.
İnsan sapık gibi sabah akşam ne yiyeceğini düşünür mü yahu! Daha sabahtan öğleni, öğlenden ertesi sabahı düşünerek yaşamak bir kabus. Hayatın yemek düşünerek geçiyor resmen.
Oysa belki düşünmesen, bir bıraksan, belki o gün acıkmadığın için yemeyeceksin. Acıkmadığının farkına varamayacak kadar çok yemek planlıyorsun.
Bir de tartılmak durumu var.
Bir ara ben de yaptım, tartıldım foto çektim kayda aldım. Şimdi bir dolu arkadaşımın sürekli tartılıp kayda aldığını görünce fena oluyorum.
Sosyal medyada da paylaşılıyor. Hayır bizde değil, bütün dünyada böyle bir salgın var.
Bütün dünya sürekli tartılıyor.
Bizim ailedeki kadınların, annemlerin, teyzemlerin bir kere tartıldığını hatırlamam. Evimizde tartı yoktu. Herkes mutlu mutlu sabah öğlen akşam yemeğini yerdi. Tartı ya manavda, ya pazarda olurdu.
Çocuk olarak tartı şiddetine maruz kalmadım. Ama Nurhayat beni uyarana kadar, itiraf ediyorum, çocuklarımı bu yeme/kilo/tartı şiddetine maruz bıraktım. Ne zaman o uyardı, ayıldım.
Evimizde sağlıklı yemek pişiyor. Acıkan yiyor. Acıkmayan yemiyor. Herkes aynı anda aynı çoklukta acıkmıyor. Kimi zaman sofraya oturup acıkmadığı için yemeden kalkan var.
Hayatlar doğaldan kurumsala dönmüş ve hareket etmek koşullardan dolayı zorlaşmış; sporu daha ciddi ve düzenli yapmak kaçınılmaz olmuş, bunu fark edelim.
İşlenmiş gıda ve şeker çok kötü ve tehlikeli. Kurtulmak lazım.
Her şeyin fazlası da zarar.
Diyeceklerim de bu kadar.
Yonca “tartıfobia”
Paylaş