Masal mı, gerçek mi‘‘Bir zamanlar etrafı dik yamaçlarla çevrili küçücük bir koyda bir kadın yaşarmış, tek başına. Yamaçların üzerinde ise, minik bir köy varmış. Zaman zaman keçilerin açtığı dik patikayı tırmanır, köye varır, ihtiyacı olanları alırmış. Fırtınalı bir günde dalgalarla boğuşan bir tekne görmüş. Koya girmeye çalışıyormuş. Kadın, dikkat kesilmiş. Kıpırdamadan bakıyormuş. Sonra tekne dalgalara dayanamayıp batmış. Kadın deniz kıyısına koşup kayaların üzerine çıkmış ve köpüren denizi incelemeye başlamış. Güneş ufuk çizgisinde kaybolurken kayaların üzerinden inmiş ve bakışlarını denizden bir an bile ayırmadan sahilde dolaşmaya başlamış. İşte tam bu sırada köpüklerin içinden birisinin yarı baygın kıyıya vurduğunu görmüş. Hemen koşup adamın kolunu tutmuş ve karaya çıkmasına yardımcı olmuş. Adam nefes nefese, kendinden geçmek üzereyken gelen bu yardıma can havliyle sarılmış. Kadın, genç adamın kolunun altına girip destek olmuş ve evine götürmüş. Adam, ıslak, yorgun ve perişan bir halde kapının hemen dibine yığılmış. Kadın yatağa taşımak istemiş, fakat gücü yetmemiş. Kapının dibinden bir milim bile oynatamamış. Halbuki, güçlü kuvvetli bir kadınmış. Bahçesinde ekip biçtiği ürününü sırtına yüklediği gibi dimdik yamacı bir solukta aşıp aynı hızla ve belki de daha ağır yüküyle geri dönermiş. Bahçesini hiç bir yardım almadan bir başına ekip biçer, kışlık odununu dağlardan kendi taşırmış. Onca yükü banamısın demeden kaldırırken, ayaklarının dibinde kendinden geçmiş adamı niye kaldıramadığına şaşıp kalmış. Bari biraz ileri sürükleyebilse, sobanın yanına getirebilse iyi olacakmış ama, ne yapsın? Fakir evinde bulduğu ne kadar örtü battaniye varsa, indirip adamın üstüne sermiş. Sonra da tabure işlevi gören kütüğün üstüne oturup adamın yüzünü incelemeye başlamış. Baktıkça yüreğine bir şeyler oluyormuş. İçinin ısındığını, sıcaklığın yavaş yavaş yüzüne yükseldiğini hissetmiş. Birden aklına kötü düşünceler gelmiş. ‘‘Ya ölürse’’ endişesiyle yerinden fırlayıp adamın yüzüne yaklaşıp dokunmuş. Yaşadığını anlayınca sevinmiş. Hemen sobanın üzerine bir kase su koyup bildiği şifalı otları içine doldurmuş. Sabaha karşı adam kendine gelmiş ve kadının kendisini seyreden gözleriyle karşılaşmış. Kadın, bir an içinin titrediğini hissetmiş. Fakat, hemen yerinden doğrulup hazırladığı otlarla karışık çorbayı uzatmış. Adam, şaşkın ve anlamaz gözlerle yerinden zorlukla doğrulup kadının kendine uzattığı çorbayı almış ve büyük bir iştahla içip bitirmiş. Yavaş yavaş canlanan adam, nerede olduğunu sormuş. Kadın, ‘‘evinde’’ olduğunu söylemiş. Kadın, adama hiçbir şey sormamış. Kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini hiç merak etmemiş. Kadın için o, dalgaların getirdiği köpüklerin prensiymiş. Yıllardır beklediği prens. Ve o günün üzerinden çok mutlu iki yıl geçmiş. İki yılın sonunda adama bir haller olmaya başlamış. Kayaların üzerine çıkıp saatlerce denize bakmaya, dalgın ve tuhaf bir hüzünle dolaşmaya başlamış. Kadın, adamdaki bu değişikliği hemen farketmiş ve içini bir endişe kaplamış. Fakat, tek bir soru sormamış. Öylece uzaktan uzağa adamı üzüntüyle izlemiş. Uykuları, yüreğini sıkıştıran endişeyle bölünür olmuş. Her uyanışında gözleri adamı arar olmuş. Ve bir gün sabah uyandığında adamın olmadığını görmüş. Ne zamandır bugünün geleceğini biliyormuş. Biliyormuş ama, giden adamla birlikte benliğinin de gideceğini bilmiyormuş. Evden çıkıp sahile doğru yürümeye başlamış. Kayaların üzerine çıkmış ve bütün gün denizi seyretmiş. Güneş batıp hava iyice karardıktan sonra kayalardan inip evinin yolunu tutmuş. Ve ertesi gün yine gidip kayalarda bütün gün oturmuş. Yamacın üstündeki köylüler merak etmişler ve aşağı inip kadını aramaya başlamışlar. Kayaların üzerinde oturan kadını görüp yanına varmışlar. Fakat, kadın kafasını çevirip onlara bakmamış bile. Sanki, işitmiyor ve görmüyormuş gibi uzaklara dalgın bakıyormuş. Bütün çabalarına rağmen ağzını açıp tek kelime etmemiş. Köylüler kadının durumuna acımışlar. Ona hergün yiyecek taşıyıp konuşmaya çalışmışlar. Getirilen yemekleri yiyor fakat, konuşmuyormuş. Sadece, adamın bir gün yine geleceğini söylüyormuş. Bütün bir yıl boyunca kadın her gün kayaların üzerine oturup sabahtan akşama kadar sevdiği adamın gelmesini beklemiş. Denizden gelen adamın yine denize gittiğini ve bir gün tekrar geleceğini biliyormuş. Fakat, gelen giden olmamış. Bir yılın sonunda köylüler onu yatağında bulmuşlar. Öyle huzurlu bir ifadesi varmış ki, önce uyuduğunu sanmışlar. Fakat, yaşamadığını gecikmeden anlamışlar. Ve doğup büyüdüğü ve başka bir yer bilmediği o minik koyda denize karşı yaptıkları mezara gömmüşler.’’ Sonu hüzünlü biten bir aşk masalı gibi görünüyorsa da bu bir masal olmadığı gibi bence hüzünlü de değil. Masal değil, çünkü Fethiye de Kelebek Vadisi'nde bu mezar hala duruyor. Ve vadinin tam üzerinde dik yamaçların tepesinde Farelya Köyü hala var. Ve burada yaşayan köylülerden dinlemiştim bu hikayeyi. Tabii dinlediğim zaman çok da etkilenmiştim. Çünkü, ‘‘yaşamak’’ dediğimiz kavramı tam manasıyla anlamıştım. Öykünün kahramanı kadın gerçekten yaşamıştı. Yaşamanın ne olduğu anlamıştı. Sorgusuz-sualsiz ve düşüncelerin yarattığı kaosun içine düşmeden yaşamıştı. Zaten yaşarken düşünmezsiniz. Sadece yaşarsınız. Ancak, yaşayıp bitirdikten sonra düşünmeye başlarsınız. Aşklarını anlatan romancıları düşünün bir. Aşkını yaşayıp bitirdikten sonra oturup yazar. Çünkü, yazmak için düşünmek gerekir. Biçimlere takılı dolaşanlar yani yaşayamayanlar için bu hüzünlü bir masaldan daha fazla bir şey olmayabilir. Fakat, masallar mı gerçek, gerçekler mi, masal, diye düşünmekte de fayda var, diyorum, Yasemin'ce...