Paylaş
Farklıydılar ama hepsi bir yerinden savaşa, bir şey için can almaya ve/veya bir şey için can vermeye değiyordu.
Kiminde “zincirlere kıra kıra, kafalara vura vura” geliyorduk.
Kiminde gün doğunca uyanıp, siperlere dayanıyorduk.
Karşı yakada da Moskova’ya dikilmeyi bekleyen “Türk’ün bayrağı”na bakıp bakıp Karadeniz çırpınıyordu zaten...
Her şey “marş”a, “slogan”a dönüşmüştü sanki.
Türküler, şarkılar bile önce “sol”a ya da “sağ”a mal oluyor... Sonra hep bir ağızdan marş niyetine seslendiriliyordu.
* * *
Öyle ki, 80’lere gelirken Beytepe’de Yıldız Amfi’nin yamacında mutat eylemlerde söylenen Drama Köprüsü’ne müdahale ediyordu uzatmalı çavuş:
“Marş söylemeyin...”
Ardından biri, “Bu marş değil halk türküsü” deyince ve “türkü” devam edince dipçikle dağıtılıyordu kalabalık. (Henüz biber gazı icat ya da ithal edilmemişti)
Gerçi türküler de, “marş”, “slogan” niyetine söyleniyordu doğrusu.
* * *
Öyle ki, iktidar da şarkılara, türkülere “marş” muamelesi yapıyor... Ruhi Su, radyoda-ekranda komple yasaklanırken, Şenay’ın “Hayat Bayram Olsa” şarkısı bile bir grubun “marş”ı sayılmaktan kurtulamıyor, TRT’nin yasaklı şarkılar listesine giriyordu.
Kulaklardaki ve adımlardaki “rap rap” ritmi, şarkı bile oldu Cem Karaca’ya:
“Raptiye rap rap, zaptiye zap zap, rap rap...”
* * *
Etkiledi o “marş” formundaki müzikler bir nesli.
Kimi o müziği duyunca, -belki de hiç uzaklaşmadığı- o günlere dönüyor hâlâ.
Kimi o müziği, o sesleri tümüyle silmiş, kovalamış sevdiği türkü-şarkı biyografisinden...
Bense... Geçmişin o furyasına dahil olan/edilen, “slogan müziği” damgasını yiyen bazı türküleri, şarkıları temize çekmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Bazılarını...
* * *
Mesela Ruhi Su.
Birinci Dünya Savaşı’nın, anasız-babasız ortada bıraktığı çocuklardan birisidir. “Öksüzler Yurdu”nda geçer hayatının bir bölümü.
Evet komünisttir, türkülerinin yanısıra, kitlelere mal olan marşları da söyler.
Saz çalışını yetersiz, “bas bariton” sesini “düz” bulanlar da olmuştur.
Lakin ben kendi hesabıma, Ruhi Su’yu çarçabuk derdest edenlerin, sanki hiç yaylaya çıkmadığını, bir yankı vadisinde haykırıp kendi sesinin geri dönüşünü -o uzun geçen saniyelerce- beklemediğini düşünürüm.
Sesinin basında gizlenen kuytularını, duygu kovuklarını belki fark edemediklerini...
Onun sesinde, aşkın, sevdanın taşlı, topraklı, dağlı-yaylalı başka bir hâline tanık olurum. Bazen mağlup, bazen ihtilalci hâline...
Ve akıbeti nasıl olursa olsun o sevda hikayesinin, onun sesiyle dervişçe gelir sanki finali:
“Arılar da konmaz oldu pürene, şükür olsun bu sevdayı verene...”
Ve benim için, aslolan türküleridir zaten.
* * *
Muzip, uçarı bir hâli de vardır türkülerinin.
Bazen “Dört yanım almış güzeller bi bir yandan /eğildim bir buse aldım bi bir yandan” der, gezinir...
Bazen, “Ben meylimi üç güzele düşürdüm / Onların aşkıyla aklım şaşırdı /Hangisinden yad eyleyim gönlümü, garip gönlümü” diyerek, hayıflanır:
“Birinin parmağı dopdolu yüzük, birinin kolunda sırça bilezik, büyüğünü sevsem, küçüğe yazık /Hangisinden yad eyleyim gönlümü, garip gönlümü...”
“Mah(al)lenin yakışığı” olarak seslendiği sevdalısıyla da Anadolunun bağrından gelir hınzırlığı:
“Çatık kaşına kurban, yalınız sana değil de arkadaşına kurban...”
* * *
“Evlerinin Önü (Mersin)” türküsünü onun sesinden dinlememek, kayıptır.
DUDAĞINI ISIRMAK: Zindanlarda geçti yılları, kanser oldu yurtdışına tedaviye gidebilmesi için pasaport gerekti... Vermedi 12 Eylül yönetimi.
Kendi sesinden sitemi, Mevlana'nın satırlarıyla kaldı bugüne:
"Düşman saçmasapan lâflar eder, duyar can kulağım.
Hakkımda kötü şeyler düşünür, görür can gözüm.
Üzerime köpeğini salar, ısırır köpek ayağımı,
çok acılar çekerim, çok acılar.
Köpek değilim, onu ısıramam, ısırırım dudağımı..."
Paylaş