Paylaş
O cümle, Dost Kitabevi yayınlarından çıkan Hans Sarkowicz’in Bahçelerin ve Parkların Tarihi’nden...
Ve parklarda, bir çanaktan (havuzcuktan) bir çanağa akan İtalyan çeşmelerini özetliyor.
* * *
Parklar, her şeyden öce bir sığınma, bir mola imkanı şehirlerde.
Çocukluğumun ekranından, aylaklığın güzelim gezegeninde dolaşanlarıyla da hatırlıyorum oraları.
Elleri cebinde, adımları bazen ront adımı…
Al gözüm seyreyle Salih.
* * *
Şimdi de “eller cep’te” gerçi ama…
Şehir trafiğinden kurtulup, -çıt çıt- mesaj trafiğinin seyrinde genel manzarası.
Olsun… İletişim güzeldir.
Hem bu durum, şimdi park edeceğim mevzuya da bilhassa uygun.
* * *
Ben parkları, bir aşk imkanı, sığınağı olarak anlatan romanlardan, hikayelerden hatırla(t)mak istiyorum.
Rousseau’da mutsuz bir aşık, tutkularından parkta gezerken arınır.
Sait Faik’de parkta banka oturan adam, bir an kurtulur –göğüs- kafesinden.
Yağan yağmurda yıkanırken... Sessizliğe, parka, yağmura tapınarak.
* * *
Ve… Ankara’daki o küçümen “Gül Bahçesi” parkı.
Turgut Özakman’ın Romantika’daki “sır” aşkına, hocanın öğrencisiyle lüküstürümlerin sığınağında buluşmasına “yataklık” eder.
Çünkü her park, bir hikaye imkanıdır aslında.
Bazen sadece bir kuğunun, bir çift güvercinin tanıklığında koca bir hikaye biter.
Karşısında, salkımsöğütün koruganında, yeni bir hikaye başlar.
* * *
“Sır”ların da mekanıdır.
Gözlük camını da sırlar bazen, insanın içine bakan ayna yapar.
Çünkü, “Biliyorsunuz parkların /Sizi çağıran tarafları
İnsanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı /Orada saklanıyor onlar
Parklara yerleşiyorlar, parkların /onları çağıran köşelerine…” (¹)
* * *
Ankara için Kuğulu Park zamanı…
Vahadır, bir avuç doğadır kentin hercümercinde sıkışan, kuşatılan haliyle.
Ve eğer uzak bakışlı bir kadın, kolyesiyle oynayarak Gül Bahçesi’nden Kuğulu Park’a doğru ağır ağır yürüyorsa, bir aşk hasar görmüştür.
Çünkü Kuğulu yatıştırır insanı, insan manzaralarıyla...
Orada, “Kuşlar gibi cıvıldar /Tattırdığın acılar”. (²)
* * *
Gül Bahçesi ise kuytusuna alır, yalnızlığına yine yalnızlığı anlatır.
Pervazı kırmızı sardunyalı küçük penceresiyle tavanarasıdır.
Kuğulu ise ortak bahçedir; amfi-tiyatrosunun minicik sahnesinde düşleri, hayalleri, aşkları oynar/oynatır.
Gül Bahçesi’nden gelen kadın, havuzun uzak kıyısına oturur.
Beyaz kuğularla, ördeklerle mesafeli duran kara kuğuya doğru eğilir.
Kuğuya –dostça- salladığı kolyesi, suyun aynasında parlar bir an; “Hişt, hişt”.
Bakar kuğu, boynuyla süzülerek...
Boynu, kadının uzanan elinin, bileğinin kıvrımındaki tereddüttür sanki.
En güzel soru işaretidir.
* * *
Elinde kısa koparılmış bir gülle, kuğuların oyun arkadaşı kara bir sokak çocuğu yaklaşır kadına.
Uzatır gülü.
Kadın, kara kuğu, sokak çocuğu...
Onları izlerken küçücük kalırsınız; gül’ü’ver devler ülkesinde.
Kadın gülü aldı mı, uzaktan seçemezsiniz.
“Dilerim para vermemiştir kadın, dilerim para istememiştir kara çocuk” dersiniz, içinizden. İkisinden birisinin, bu hikayeyi bozabileceğini bile bile...
Hikayenin gerisini, kadına, kara kuğuya, çocuğa bırakırsınız.
Adı ise çoktan hazırdır:
Ah Kuğulu...
* * *
Franz Kafka “sein” sözcüğünün Almanca’da iki anlama geldiğini yazar.
Var olmak ve onun olmak...
(Almak ve vermek aynı zamanda, ve akmak ve dinlenmek geldi mi aklınıza… Peki ya kaç gündür değindiğimiz, konuştuğumuz, bağlanmak, sevda filan?)
Böylesi zıt ve ikiz, ve böylesi “ikiz ruhlu” dağarcığımız pek olmadı da, ondan mı “bozkır aşkları”nı anlattı Neşet Ertaşlı türkülerimiz. Evvelimiz, ahirimiz onlar oldu...
Şehir hem çok fazla, hem çok eksikti de zaten, dilimiz mi yetmedi…
Dil aynı zamanda gönül demekti, o da mı aklımıza gelmedi?
* * *
Şimdi bir parka oturup, yazın çimenine, kışın karına uzanıp bir an, hayatın(ın) özetini düşünüyorsa insan...
Ve tabi özet diye bir şey varsa, hayatta.
Kuğunun öleceği, bülbülün susacağı, kısa saplı güllerin solacağı aklımıza gelmez. "Hayat" deriz sonra, ne denir başka.
Yazık kara kuğuya, bize…
(¹) Edip Cansever
(²) Cemal Süreya
Paylaş