Paylaş
Çok da karmaşık bir mevzu değil.
Çünkü bir sanatçının yaratısını tartışmak, beğenmek yahut eleştirmek başka bir şeydir.
Beğenmek için, toplumsal yaradılışını, siyasi duruşunu esas almak başka bir şey...
Ben, bir şiiri, romanı sevebilmek için şairinin, yazarının “ne menem” biri olduğuna takılı kalan insanın, -en azından- ufkunun daralacağına inanırım.
Sanatın dehlizlerinde gezinememek
Misal...
Charles Bukowski sizin için, alkolik, berduş, serseri, ahlaksız, dinsiz, kadın düşkünü ve düşmanı, kendi deyimiyle “pis moruk” ise sadece...
Ve o nedenle onun yazdıklarına asla-kat'a bakmayacaksanız... Tercih sizindir. Paşa gönlünüz bilir.
Lakin sanatı ayıklarsanız... Dehlizlerinde gezinemeyecek kadar “pir-ü pak” kalabilirsiniz.
O dünyanın, başka hayatların “sözleri”ne, sanatına uzak, habersiz kalmanız da cabası...
* * *
Mevzu sadece “yazın” da değil tabi ki.
Resimde, heykelde “edep yeri”nin, hatta göğüs çatalının görünüp görünmediği ise sizce bütün mesele...
Tercih elbette sizindir, yine.
Ben de size, gerekirse sizin de evde yapabileceğiniz küçük ve makul el sanatlarını, natürmortu, bire bir manzara resimlerini önerebilirim. O da benim fikrimdir.
Ki, o güzelim aklımız karışmasın. Bir tabloyla, bir anda edebimiz bozulmasın.
Bizim gibi olanı, bizim görüştekini severiz
Bunların “Bizim gibi olanı sevmek”le de bir ilgisi var tabi. “Bizim görüşten” olmasıyla da...
Nâzım’dan devam edersek... Bizim kuşak onu önce komünist yanıyla tanıdı.
Sağcıysa, “Komünistler Moskova’ya” sloganının tarihi ve en elverişli örneği olarak onu “vatan haini” gördü...
Solcuysa, her satırıyla baştacı etti. Dokunulmaz kıldı.
Kitaplarının yasaklı, en azından sakıncalı olması da ayrı bir cazibeydi aslında.
Gizli-saklı bir şeyler yapmanın heyecanı, mevzu şiir olunca iyice büyülü, naif bir hal kazanıyordu. (¹)
Dümensiz şeytan uçurtmasına rüzgar olan dizeler
70’lerde farklı dünyalara yelken açan ya da bedenini o fırtınaya -dümensiz- bir şeytan uçurtması gibi uzatan “delikan”a, kasırga gibi yaman ve “dünyayı değiştiren” şiirler gerekti zaten.
"En güzel deniz henüz gidilmemiş olandı" elbet...
Rüzgar kanatlı kızıl atlılara, “birden bire bir kuş gibi vurulmuş” o gencecik çocuklara... Denizlere, Mahirlere, Ulaşlara ağlıyordu zaten derdini suya döken salkımsöğütler...
Her gün başka bir ölü yatıyordu sokaklarda, meydanlarda; “ders kitabı bir elinde, bir elinde başlamadan biten rüyası, kurşun yarası kızıl karanfil gibi açmış alnında”...
* * *
"Toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çok, korkak, cesur ve hakim çocuklar", kapıları çalıp imza topluyordu mahallede...
Dostların arasından, güneşin sofrasından akın vardı meydanlara... "Güneşin zaptı yakındı"...
Nâzım’ın sevda şiirlerinden çok kavga dizeleri seslendiriliyordu, “birlikken/birlikteyken”... Onlar türkü, şarkı, marş oluyordu.
Çirkindi çünkü dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek
Aşkın, sevdanın yeri-zamanı değildi belki... Daha mühim işlerimiz vardı. Ya da Behçet Necatigil’den mülhem, geniş zamanlar umuyorduk da, çirkindi sanki dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek...
"Yarin yanağından gayrı her şeyde, her yerde, hep beraberdik" de, bir gece, aniden bastırdı “öteki” dizeler.
“Saçları samansarısıydı kirpikleri mavi, belasıydı başımızın”...
Ve bir gecede öğretti hayat... “Tahir olmak da ayıp değildi Zühre olmak da, hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değildi.”
Sabaha eren gecelerde asıl Nâzım’ı tanımak
Asıl Nâzım’ı o gecelerde tanıdık, her geceyi sabaha erdiren sevdalı arkadaşlarımızla...
Sevdanın, hasretin şiirini tanıyınca...
Daha önce Nâzım’ın politik dizelerinin izinde Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Ahmed Arif’e sadece “mapus ziyareti” yaparken, o şairlerin de sevdalarına, ayrılıklarına hemhal olduk.
Nâzım Hikmet’in “pür politik” şiirleri, başka bir şehre taşınmış çocukluk arkadaşları gibi, uzağımda kaldı sonraları.
Bir daha aramadım o şiirleri...
Aklın ritmi, marşın ritminden uzakta daha güzel, serbest yürüyordu.
* * *
Ama Nâzım'ın bir dönem kuytuda kalan, hatta ötelenen bazı şiirlerini de daha derinden hissederek anladım...
“Tarih” olamayacak kadar, herdem taze kalabildiğini fark ettim. Şiiri fark ettim.
Milliyeti de mühim değildi, siyasi kimliği de...
Şiir, şiirdi.
Ve kendi hesabıma, onun aşk ve "memleket işi" şiirlerini çok sevdim. Ama “dörtnala gelemedim uzak asya’dan”...
(¹) KİTABI YASAK OLDUĞU İÇİN DEFTERE YAZILAN ŞİİRLER
Özellikle bizden önceki kuşağın, 47’lilerin, onun şiirlerini bir sır gibi okuyan ve Fahrenheit 451 (yakılan kitabın kül olma derecesi) romanındaki gibi ezberleyip, yine sır ortamlarda dillendiren “kahraman”ları bile oldu.
Murat Belge 2002 yılında Radikal Gazetesi’nde yayınlanan makalesinde o dönemi şöyle anlatıyor:
“Ortaokuldayken, annemin lisedeyken kendine hazırladığı şiir defteri elime geçmişti. ‘Salkım Söğüt’ü ve ‘Bahr-ı Hazer’i ilk olarak bu defterde görüp okumuş, çarpılmıştım.
Basılı kitabı pek bulunamadığı için annem Nâzım’ın şiirlerini bir deftere yazma gereğini duymuştu.
“Komünist olmadan da bir komünistin şiiri sevilebilir”
Daha sonra, lise yıllarında benim de bir şiir defterim vardı ve burada en büyük yeri Nâzım Hikmet kaplıyordu.
Ama lafını etmek yoktu. Ancak çok güvendiğin birkaç arkadaşla böyle şeyler konuşulabilirdi.
Nitekim, Nâzım’ın şiirlerini bir kız arkadaşıma okutmuştum. Hep aynı hikaye: Nâzım’ı ilk okuyan herkes gibi o da bayılmıştı.
Ama bundan evinde konuşacak olmuştu ve kıyamet kopmuştu.
Kızcağızın ödü kopmuş, okuyup okuyacağına pişman olmuştu. O hızla beni de iyice sorguya çekmişti: Komünist misin?
Değildim, o yaşta.
Gene o yaşta, ‘Kendim komünist olmadan bir komünistin yazdığı iyi şiirden zevk alabilirim’ muhakemesinin geçerli bir estetik tutum olduğunu keşfetmiştim.”
Paylaş