Paylaş
Baharı görmeden yaz, yazı terlemeden sonbahar geldi diyeceğim ama...
Sonbahar da pardösüyü naftalinleyip, kışlıklarını çıkaran Aysel gibi biraz. (Attila İlhan’ın yağmurunda gezinemeyen, hep üşüyen “Git başımdan Aysel”)
Bahar da öyleydi Ankara'da, yaz da, şimdi sonbahar da...
Serinliği her koşulda sıcağa tercih etsem de... Ne zaman bahçede otursak, ahalide "Hırkasız çıkmam abi..." telaşı.
* * *
Epeydir baharı kaybetmiştik zaten.
Gösterirdi yüzünü, rengahenk töreni bitmeden yeniden kış otururdu mevsimlerin tahtına...
Bir imalı bakışa kalbini veren, içini döken kız-erkek “delikan”lar gibi, erken açan çiçeklerin zordu yarını.
Ve dökerdi badem ağacı, eflatuna da çalan pembe bazen de beyaz çiçeklerini.
Dökerdi de Aziz Nesin, “Sen ağaçların aptalı, ben insanların /Seni kandırır havalar, beni sevdalar” dizelerini yazardı. (Sonra mizah yazmaya karar verdi zaten. Şiir, gülünce mahcup olan insanlara daha mı yakışır?)
Nisana doğru hava bahara benzerdi az-biraz, lâkin -her bahar- tam aşık olacakken, yaz gelirdi.
Kör talih, kahpe felek, yalancı bahar... Ne diyeceksin başka?
* * *
Bu yıl zannımca, sonbahar, yaprakları peşisıra sürükleyen hazan mevsimi de şarkılarda kalacak.
Yaptığım uzun araştırmalar sonucu (Al gözüm seyreyle Salih), mevsimlerin -başta Ankara’da- giderek, “2 ana, 2 geçiş”e dönüşeceği fikrindeyim.
Yaz ve kış ana mevsimler...
İlkbahar ve sonbahar ise geçiş nevresimleri; rolleri sadece yaza yahut kışa bir kaç gün göz kırpmak, çay getirmek filan. Ve yerini esas mevsimlere bırakarak, sahneden -alkışsız- çekilmek...
Figüran mevsimler yani.
* * *
Belki bu meteorolojik gözlemimin Ankara’da, daha kuvvetli ihtimalle de şu yaşlarda, bu kafalarda olmamla bir ilgisi vardır.
Yanılabilirim de elbet. (Yanılmak ve bunun farkında olmak iyidir, bazen farklı gözlüklerle de olsa hâlâ doğruyu görebildiğini gösterir insana)
Ki ben 15 Temmuz darbe girişiminin ilk saatlerinde de yanılmıştım. Tıpkı 11 Eylül 1980’deki gibi mırıldanmıştım:
“Artık darbe mevsimi geçti...”
Şimdi merakla, ne zaman, hangi konuda ve ne ölçüde yanılacağımı bekliyorum.
Sonra da gerim gerim diyeceğim ki, "Ben söylemiştim"... "Daha çok önceden, bu konuda yanılacağımı söylemiştim".
* * *
Evet, yanılıyorum ama kabahatin çoğu mesleğimde.
Kendimi tam gazeteci saymasam da, biz herşeyin tersini söylemeyi, ötesini-berisini severiz. Ya da eskiden öyleydi.
“Hani ay herkese gülümserken /Mevsimler kimseyi dinlemezken /Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken /Eskidendi eskiden, çok eskiden...”
* * *
Mevsimlerin kimseyi dinlemediği, huyunca, tabiatınca boyverdiği/koyverdiği zamanlar da geride kalmış.
Hem mevsimler, yani “3’er aylık hızlandırılmış tabiat oyunları” ne kelime.
Haftaların gün gibi, ayların hafta gibi, yılların mevsim gibi geçtiğinden yakınıyor herkes.
Trafiğin aktığı caddede, omuz omuza kaldırımlarda/AVM’lerde vitrinlere ne kadar bakıyorsak o kadar.
Günler, haftalar, aylar... Ve yıllar, bir zaman sonra.
Bakıyorsun vitrinine hayatın... Sonra birisi çıkartıyor elbiselerini mankenlerin...
İşte ilkbahar, yaz, sonbahar, kış kreasyonları tabiatın. Ne sunulursa, o kadar.
Hızla üstünü değiştirirken, ayağın pantolonunun paçasına takılması da cabası.
Ve bütün bunları, duvar kenarında cezaya durmuş gibi tek ayak üstünde düşünüyor, öyle yaşıyorsun.
* * *
Yıllar hızla geçiyor.
Ömür tahterevallisinde geçen yıllar karşıda biriktikçe, göğe yükseliyorsun. Oyunbaz superileri gibi...
Ve uzaklaşıyor anılar, ömrünün alt bandından hızla geçen yıllar hesaplanamıyor kolayından.
Bir kuşak insanın İçkili Aile Gazinoları’ndan -dün gibi- hatırladığı Zeki Müren gideli, 20 yıl olmuş... 24 Eylül’de.
Ruhi Su gideli, 31 yıl. 20 Eylül’de...
İkisini de canlı canlı izleyenleri, dün gibi hatırlayanları oturtsalar sınav sandalyesine... “Hele bi anlat, tek tek anlat, şu geçen yılları” deseler...
Biraz işimizi kolaylaştırarak sorsalar, “Geçen o yılları, birbirinden ayırt eden özel olaylarla sırala bari...”
Hele, cinayet masası komiseri gibi “Söyle, 2005 Şubat’ında nerdeydin?” diye silkeleser...
Tüm suç üzerimize kalır.
* * *
Kış gelmeden devam edeceğim.
Paylaş