Paylaş
Cıvıldıyorlar, çiftler birbirini kovalıyor, şakalaşıyor zıp zıp.
Gökkuşağı, mucizevi köprüsünden onları seyrediyor.
Ben de seyrediyorum onları; yağmuru ve yağmurun farklılaştırdığı herşeyi.
Hınzır-muzır düşünceler sarıyor hayallerimi...
Aklımdan sağanak anılar, duygular, herşeyler-hiçbirşeyler geçiyor.
Ben de yaşıyorum yağmuru, güzelce yaşıyorum herhalde...
Yağmur, çayırlar-çimenler, ağaçlar, olanca takım-taklavatıyla doğa da buna şahit, herşeyi saran kokular da.
* * *
Yağmuru, hatta hayatı güzel yaşamanın, insanın biriktirdiği, içerlerine ektiği tohumlarla, serpilip boy atan şeylerle ilgisi var, mutlaka.
Onların, o örtülü tohumların gizli-saklı büyümesi, sonra birdenbire ortaya çıkması insanı mutlu yahut mutsuz ediyor belki.
O tohumlar gönlün kabuğunu çatlattığında, ortaya çıkıyor insanın biriktirdikleri...
Öfke midir, derin bir mutsuzluk-umutsuzluk mu, inkâr edilmiş arzuların pişmanlığı mı, yoksa nefret mi daha ağırından...
Ya da bir çocuksu mutluluk, hayalleri ardına alan bir umut, belli-belirsiz ama kaynağı kuvvetli bir tebessüm mü?
Öyle bir toprakta çorkurak yetişen “akıl” mı, böyle bir toprakta büyüyen “akıl” mı...
* * *
Doğanın farklı hallerini sevmekle, farklı insanları sevmek, insanın farklı hallerine gülümseyebilmek arasında da bir bağ var illa ki.
Şahidim önce bozacı, sonra Sait Faik’tir.
Fatih Parkı’nın yanından yürürken, yağmurun altına sereserpe oturmuş bir adama rastlar. Anlatır güzel güzel:
“- Yaşasın demokrasi, yaşasın millet, yaşasın cumhuriyet! diye bağırıyordu.
- Yaşasın hemşerim, dedim.
- Otur yanıma, dedi.
Oturdum. Oh! Sahiden rahatmış be. Islak ıslak. Soğuk soğuk.
- Benim bir karım var hemşerim. Suratını görsen bir aylık yola kaçarsın. Bir kızım var. Yanından geçemezsin. Buram buram kokar. Bir oğlum var. On dokuz yaşında, sidik kokar. Ayak kokar, cıgara kokar. Ev desen evlere şenlik apteshane kokar. Hey büyük Allahım! Şu taşlara bak. Yıkadın pırıl pırıl. Şu çimenler. (...) Tertemiz, kokusuz, ışık ve su içinde, bulut içinde kâinatın altında yatıyorum. Kıçım sular içinde ne çıkar? Kâinat tepemde akıl ermez oyunlar oynuyor. Buhar su oluyor. Su çamurları, pislikleri temizliyor, çimenleri yeşil ediyor, ağaçları ağaç. Ne işim var evde? Otur sen de. Sen de gitme evine. Yatalım burda. Uyuyalım.
Dur önce bir cıgara yakalım. Şu kibritin, şu yanmam diye fısır fısır fışırdayıp da sonradan peki emret anam yanayım, diyen şu kibritin ışığına bak. Bu olur mu arkadaş. Böyle bir el sürçmesiyle açılıveren hararet, ışık, bayram gördün mü sen? Gül, sevin arkadaş. Yaşıyorsun efendi. Pırıl pırıl, tane tane, ıslak ıslak. Cam cam, billur billur, fanus fanus, çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dostum.” (¹)
* * *
Geçen gün yine “yağmurlu” yazımda söz ettiğim gibi...
Evet, bazen yağmuru sevmekle başlıyor herşey.
Ama asıl, Sait Faik’in dediği gibi herhalde:
“Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey”...
(¹) Sait Faik ABASIYANIK “Öyle Bir Hikaye” - Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabından.
Paylaş