Paylaş
Çeşitli boyutlardaki görünümünü ve seyrini ‘Kur'an'daki İslam’ kitabımızda genişçe ele aldığımız bu hegemonyanın burada sadece temel belirişlerine değineceğiz.
Anılan hegemonya, bütün hayatını putçuluğa karşı mücadele vermekle geçiren Hz. Muhammed’in, Musevî ve Hıristiyan mitolojisinden aktarılan hurafelerle övülmesi süreciyle başladı.
"Beni, Hıristiyanların Hz. İsa'yı övdükleri gibi övmeyin; bana, 'Allah'ın kulu ve elçisi' deyin." (Buharî, enbiya, 48)
emrini veren ve kendisi için ayağa kalkanlara:
"Benim için kıyama durmayın; kıyam yalnız Allah için olur." (İbn Sa'd, Tabakaat, 1/387; Tirmizî, Şemâil, 159)
sözleriyle engel olan bir peygamber, hürmet putperestliğinin uydurmalarıyla çehre değişikliğine uğratılarak örnek alınabilecek bir‘insan peygamber’ olmaktan çıkarılıp göklere, bulutların ötesine gönderilmiştir. Tıpkı Hz. İsa’ya yapıldığı gibi.
Tüm bunlar, Allah’ın elçisi olan Hz. Peygamber’in Allah'ın bir tür ortağı konumuna getirilmesi ve tebliğ ettiği kitabın buyruklarıyla çelişen bir yığın uydurma sözün sahibi gibi gösterilmesi pahasına yapıldı. Bu günahın faturasını elbette ki insanlık ödeyecekti. Ve Kur'an'la arasına sokulan duvarlara başını vura vura ödemektedir.
Kur'an, peygamberlerin sorumluluklarını da onurlarını da iki kelimede toplamıştır: Abd, resul. Abd, Allah için iş yapan, değer üreten insan demek. Bu sözcüğün ‘kul’ diye çevrilmesi de Kur’an’ın vermek istediğini tam karşılamıyor.Resul ise Tanrı elçisi demek.
Kur'an, Peygamberler için ‘nebi’ sıfatını da kullanır ki o da Allah'tan haber getiren Hak elçisi demektir. Farsça'dan dilimize geçen Peygamber (bir başka telaffuzla peyamber) de nebi ile aynı anlamdadır.
Şimdi, Kur'an'la birlikte şunu soracağız: Hak elçilerine, bizzat habercisi oldukları Allah tarafından verilmiş Allah’ın kulu ve elçisi unvanları, hangi mantık ve gerekçeyle yetersiz bulunuyor? Kim kimin malını bölüştürüyor? Bütün hayatlarını, habercisi oldukları Allah'ın dinini tebliğe adamış peygamberlere unvan vermede dinin sahibi olan Allah yetersiz mi kalıyor?
Kur'an, insanlığın ayağını iyiden iyiye kaydıran ‘peygamber putlaştırma’ hastalığına tutulanları, bu hastalık yüzünden şirke bulaşmış toplumları hatırlatarak uyarırken şu mucize sözü üflüyor kulağımıza:
"Ne İsa Allah'a kul olmaktan çekinir ne de yücelmiş bulunan melekler." (Nisa, 172)
Dikkat edilirse, örnek olarak, Allah'ın oğlu diye övülen, fakat bu övülmeyle şirk aracına dönüştürülen bir peygamber, Hz. İsa seçilmiştir. Gösterilmiştir ki, Allah'ın layık gördüğü unvanı az bulanların yüceltmeleri, ne övülene hayır getirir ne de övenlere.
Bir peygamber için en büyük ve en şerefli unvan Allah'ın elçisi olmaktır. O ilahî elçilik aracılığıyladır ki Allah, Zebur'u, Tevrat'ı, İncil'i ve Kur'an'ı indirmiştir. O elçilik görevini beğenmeyerek, "Uzeyir Allah'ın oğludur, İsa da Allah'ın oğludur" diyenler resullere en büyük saygısızlığı yaptılar ve peygamberleri yüceltiyoruz derken küfre battılar. Değerlendirmeyi, elçileri gönderen kudretten dinleyelim:
"Yahudiler, 'Uzeyir, Allah'ın oğludur’ dediler; Hıristiyanlar da 'Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Bu, onların ağızlarının ürettiği bir sözdür. Bu sözler, onlardan önce küfre batanların sözlerine benziyor. Allah onları kahretsin, nasıl da ters yöne döndürülüyorlar!!!" (Tevbe Suresi, 30)
Peygamberleri şirk aracı haline getirmeyi hürmet niyetiyle yapmış olmak hiç kimseye mazeret olmayacaktır. Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu ilan edenler kötü niyetli miydiler? Hayır. Ama şirke bulaştılar. Demek oluyor ki, iyi niyet ne tevhidi yozlaştırmanın gerekçesi yapılabilir ne de dine hüküm eklemenin. O halde şunu duyurmalıyız:
Rabler hegemonyasında devreye sokulan ikinci unsur, sahabîler yani Peygamberimizin arkadaşları olmuştur.
Bugün, ‘sahabîye hürmet’ adı altında İslam'ın buyruğu gibi ortaya sürülen kabullerin tamamı, Kur'an'a aykırıdır. Yarı paganist bir tabular manzarası arz eden bu kabuller, Müslüman kuşakların beynini ve ruhunu prangalayarak Kur'an'a, gerçek İslam’a ulaşmamızı engellemektedir. Bugün, ‘sahabeye hürmet’ adı altında ileri sürülen niteliklerin birçoğunu Kur'an, Hz. Peygamberlere bile vermemektedir. Mısırlı düşünür Ahmet Emin (ölm.1954) gerçeği çok açık söylüyor:
"Sahabîler, rabler haline getirilmiştir."
Olay şudur:
Tanrı Elçisi’ne yalan isnat etmenin en geçerli yolu onun arkadaşlarını kullanmaktı. Bu yol çok verimli bir biçimde kullanıldı. Önce, sahabîye hürmet adı altında bu insanlar dokunulmaz, tenkit edilmez ilan edildi, ardından da Peygamberimize mal edilecek yalanlar, bir sahabînin adına iğnelenerek kitlenin önüne çıkarıldı. Oysaki söylenenlerin büyük çoğunluğundan sahabîlerin haberi bile yoktur. (Sahabîlerin rableştirilmesiyle ilgili ayrıntlar için bizim ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ adlı eserimizin Sahabîler bölümüne bakılabilir.)
Rabler hegemonyasına eklenen üçüncü, fakat en ağırlıklı unsur, ilahlaştırılan din büyükleri oldu. Din büyüklerini ilahlaştırmada bir numaralı sömürü ocağı olarak tasavvuf ve onun yozlaştırılmış bir görünümü olan tarikatlar kullanıldı.
İslam tarihine hayranlık verici bir miras bırakan tasavvuf kurumunun bugün en büyük kamburu, bu ilahlaştırma illetidir. Bu gönül ve sevgi ocağını, Kur'an çizgisinde yol alır bir konuma getirmek için, ona musallat olan insan ilahlaştırma marazının Kur'an laboratuvarında tedavi edilmesi kaçınılmazdır. İslam'ın yüzyılımızdaki en büyük düşünürü sayılan Muhammed İkbal, bu marazı, ‘şeyhperestlik’ (şeyhe tapıcılık) veya ‘pîrizm’ (şeyh dinciliği) olarak anıyor.
Mezhep imamları (daha geniş bir ifadeyle ulema) da rabler hegemonyasında önemli bir konuma getirilmiştir. Tasavvuf büyükleri dokunulmaz-tenkit edilmez ilan edilerek nasıl putlaştırılmışsa mezhep imamları da zaman üstü ilan edilerek ilahlaştırılmıştır. Bugün birçok insan için bir konuda "Kur'an diyor ki" sözüyle "Falan mezhep imamı diyor ki" sözü arasında fazla bir fark yoktur. Hatta bazı kesimlerde "Kur'an diyor ki" sözü insanları rahatsız etmekte ve "Ben Kur'an'ı falan bilmem, benim mezhep imamım diyor ki…" veya "Şeyhimiz diyor ki" şeklinde çıkışlarla karşılaşılabilmektedir. Bu tavır, Kur'an açısından bakıldığında, katıksız şirktir.
İslam, Kur'an dışında tenkit üstü kitap, Peygamber dışında tenkit üstü kişi tanımaz.
Rabler hegemonyasında, Kur'an'ın tâğut diye andığı zalim ve baskıcı liderlerin, hanedan despotizmlerinin, krallıkların yerleri de oldukça önemlidir. Esasen, hiçbir rabler hegemonyası tâğut desteği olmadan yaşayamaz. Emevîlerin kurduğu rabler hegemonyasına, Emevî tâğutizmi destek veriyordu. Hz. Hasan’ı bu tâğutizm zehirledi, Hz. Hüseyin’i bu tağutizm hançerledi.
Tâğutîler hemen her ülkede boy gösterirler. Süslü kılıflara sarılmış mushafları öpüp alınlarına koyarken çektirdikleri resimleri afiş haline getirerek masum ve saf kitlelere, din koruyucusu olduklarını propaganda ederler. Aslında dinin en büyük problemi bu mushaf tacirleridir. Bu kurnazlıklarını; ruhunu katlettikleri Kur'an'ın parşömenlerini mızrak uçlarına takarak: "İşte biz, bu kitabı hakem yapmak istiyoruz." diyen Emevî siyasetçilerinden devralmış gibidirler. Şöyle veya böyle, bunların Kur'an bahsinde sloganı daima şudur: "Hükümleri ayak altına, kağıtları baş üstüne..."
Özetleyelim: Bugün ‘İslam inanç sistemi’ veya ‘resmî akîde’ diye kitlenin önüne çıkarılan kabuller listesi, Kur'an dışılıklarla doludur. Çünkü, bu sistem, ‘Âlemlerin Rabbi’ olan Allah'ın dini yanında rabler hegemonyasının ürünlerini de taşıyor. Bu resmî akide, Kur'an açısından baktığımızda, bozuktur. O halde, Kur'an dininin inanç sistemi, Kur’an esas alınarak yeniden belirlenmelidir.
Allah bir olduğu gibi din de birdir. Ve din bir olduğu gibi onun temel kaynağı da birdir. O biricik kaynak Kur'an'dır. Oysaki, rabler hegemonyasının halka sunduğu ‘uydurulmuş din’de hüküm ve söz sahibi, birkaç başlı bir şirkettir: Allah, Peygamber, sahabîler, mezhep imamları, tarikat şeyhleri, efendiler, üstadlar, halifeler, sultanlar... Böyle bir anonim şirket, din konusunda hükmü Allah dışında hiçbir kuvvete vermeyen Kur'an'ın dini olamaz. Burada, oynanmış büyük aldatma oyunları vardır.
Allah'ın dinine müdahale edilmiştir. Bu müdahalelerin kalıntılarını Kur'an denetiminde temizleme gayretinde olanları ‘reformcu görüşleriyle tanınanlar’ vs. gibi laflarla etkisiz kılmaya çalışanlar, rabler hegemonyasının şerefsiz uşaklarıdır. Bunlar, Kur'an'dan rahatsız olmaktadırlar.
İslam’a bulaştırılmış yalan ve uydurmaları Kur’an denetiminde temizlemek için çalışan ilim ve fikir adamlarını bir zamanlar ‘reformist’ diye karalayıp saf dışı etmek için akıl almaz oyunlar tezgâhlayan bu din tüccarı onursuz güruh, ikibinli yıllara gelinip BOP projesi Ortadoğu’ya dayıtılmaya başlandığında, Vatikan ve ABD’den rağbet görsünler diye Papa’ya arz-ı ubûdiyet, ABD’ye de uşaklık etmeye başladılar. Ne İslam bıraktılar ne Kur’an ne Muhammed. Kur’an’ı İncilleştirmeyi, Ilımlı İslam adı altında ve ABD denetiminde bir sömürge dini yaratmayı çağdaşlık, özgürlük, teröre karşı çıkmak diye yutturma alçaklığına tevessül ettiler. Tarih böyle bir namussuzluğa rastlamış değildir.
Sözün özü şudur: Rabler hegemonyası uğruna İslam’ın Kur’ansal ve akılcı yapısını tahrip edenler, Kur'an'ın sorduğu şu soruya cevap bulmak zorundadırlar:
“Fırkalara bölünüp parçalanmış rabler mi hayırlıdır, yoksa biricik ve Kahhâr olan Allah mı?” (Yusuf, 39)
Paylaş