Gustav Vigeland. 1907 ile 1942 arasında, ölümünden bir yıl öncesine kadar, otuz beş yılda 212 heykel yapıyor. Geçen hafta Oslo’da, Vigeland Park olarak anılan bu muhteşem heykeller galerisine gidiyorum. 212 heykelin yer aldığı parkı gezerken, sanatın her türüne duyduğum saygı, doruğa ulaşıyor. İnsanlık adına, manevi bir haz.
Yaşam değişen mevsimler gibi. Otuzbeş yıla sığdırılan 212 heykel. Sonbahar. Sararan yaprakların döküldüğü yeşillik, çevresindeki göletlerle birlikte, ufukla birleşiyor.
Dünyanın en büyük heykel parkı. 212 heykelin hepsi de, aynı kişinin imzasını taşıyor. Gustav Vigeland.
Vigeland’ın siyasal görüşü tartışmalı. Yaşadığı dönem, Hitler’in iktidara yürüyüşüne ve İkinci Dünya Savaşı’na rastlıyor. Ama, sanatı tartışılmıyor.
Norveçli marangoz bir babanın oğlu olan Vigeland, genç yaşında değişik işlere giriyor. Bir Noel gecesi işine son verildiğinde, kararını veriyor. Evet o, evinde kendi kendine yapmaya uğraştığı heykel kırıntılarında ısrar edecek.
Norveç’ten Paris’e gidiyor. Henüz 23 yaşında. Ustaların ustası Rodin’in yanında bir yıl kalıyor. Sanatın inceliklerini öğreniyor. Her incelik, bir gün sonra, yoğurduğu heykele yansıyor.
Yeniden Oslo’ya dönüyor. Döndüğünü kısa sürede tüm ülkesi öğreniyor. 25 ve 27 yaşlarında Norveç’te iki ödül kazanıyor.
33 yaşına geldiğinde (1902), Norveç siyasi yönetimi de, Vigeland’ın farkına varıyor. Gerçi, çoğu sanatçının kaderi onun da peşini bırakmıyor, yaşadığı sürece, ödüllere rağmen, maddi açıdan güçlüklerle boğuşuyor. Ama, o sanatını hiç bırakmıyor.
Yönetim, ona Oslo’da geniş bir park veriyor. 1907 ile 1942 arasında, ölümünden bir yıl öncesine kadar, otuz beş yılda 212 heykel yapıyor.
Geçen hafta Oslo’da, Vigeland Park olarak anılan bu muhteşem heykeller galerisine gidiyorum. 212 heykelin yer aldığı parkı gezerken, sanatın her türüne duyduğum saygı, doruğa ulaşıyor. İnsanlık adına, manevi bir haz.
HEYKELLERİN DİZİLİŞİ HAYATIN TA KENDİSİ
Heykellerin dizilişi, insan hayatının çok yönlü öyküsü. Doğum, çocukluk, yetişme, okul, iş, evlilik. Her heykel, insanın bir evresini anlatırken, mutlaka o döneme ilişkin duyguları da yansıtıyor. Sevgi, güçlük, umut, umutsuzluk, keder, ana-babayla sorunlar, evlilikte sorunlar, doğan bebeğin getirdiği mutluluk, ama o mutluluğun çabuk kaybedilmesi. Karı-koca anlaşmazlıkları. Yeni aşklar.
Örneğin, heykellerden birinde, saçları sağa sola yayılmış bir kadın var. Evlilikte, kadının gücünü tasvir ediyor. Aileyi ve sanki erkeği esir almış gibi. Buna karşı, bir sonraki heykel, kocanın öfkesini dile getiriyor.
Bir başka heykelde küçük bir çocuk. İstediğini elde edemeyen, öfkeli bakışlar insanın yüreğine işliyor. Ya da, bir sonrakinde sözünü dinlemediği için, ona kızan baba.
Heykellerin her birinin dibinde çiçek ve su. Bereketi ve güzellikleri içe sindirmek üzere.
Heykel galerisinin sonunda, tek başına duran 17 metre yüksekliğinde, yekpare granitten yapılmış bir sütun var. Üzerinde tam 121 ayrı insan figürü. Hepsi birbirine dolanmış, birbiriyle bütünleşmiş farklı yaş ve cinsiyette insanlar.
Sütunun çevresi, hayatın şöleni gibi. Sağdan sola, geniş bir kare içinde yer alan heykeller, insan hayatında, her anlamda değişen mevsimlerin adım adım aynası.
Kare tamamlandığında ve sona gelindiğinde, kaçınılmaz kader, Beethoven’in 5. senfonisi, ölüm. Melekler. Melekler bitiyor, ağacın dalları yeniden yeşeriyor. Doğum. Yeni bir hayat başlıyor. Sonsuz bir çemberin içinde.
Semaya bakıyorum, Tolstoy’un Harp ve Sulh romanındaki gibi, bulutlar geçiyor, hayat geçiyor.
Mevsimler değişiyor, ne aşk, ne tasa hiç değişmiyor.