Paylaş
Bu, devletler, halklar için de geçerli. Kendi kimliğini ve farklılığını ortaya koymak, aslında evrensel bir vatandaşlık eylemi. Ulus-devletlerin de alamet-i farikası.
*
Bir önceki yazımda, yani Fas’tan döner dönmez Fas’ın kendi geçmişiyle bağlarını koparmadan modernleştiğini yazmıştım. Yani Arendt’in deyişiyle, kendi farklılığını ortaya koyduğunu.
Türkiye ise Atatürk’ün Cumhuriyet devrimi sayesinde Fas’a göre -kıyaslanamayacak derecede- demokrasi, ekonomi ve sosyal yaşamda ileride. Ancak ne var ki Fas’ın aksine, kültürel olarak kendi özgünlüğünü koruyamamış bir ülke. Bu da, modernleşirken geçmişimizle aramızdaki bağları koparmamızdan kaynaklanıyor.
DONDURULAN TÜRK GELENEKLERİ
Prof. Fuat Keyman, Türkiye’nin modernleşme serüvenini 4 döneme ayırır: Modernleşme, demokratikleşme, küreselleşme ve Avrupalılaşma.
Buna göre 1923’ten itibaren “modernleşme” sürecinde güçlü bir ulus- devlet ve seküler bir ulusal kimlik oluşturuldu. 1950’de çok partili sisteme geçilmesiyle birlikte, “demokratikleşme” süreci başladı. Yani serbest seçimler ve kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsendi.
1980’den günümüze kadarki “küreselleşme” dönemine küresel pazar ekonomisi damgasını vurdu. 2000’de başlayan “Avrupalılaşma” sürecini belirleyen ise tam üyelik müzakareleri, yapısal reformlar ve hak temelli vatandaşlık anlayışı için talepler oldu.
*
Ancak tüm bu “modernleşme” süreci, derin bir sosyo-kültürel kırılma üzerine inşa edildi. Yani yüzlerce yıllık Osmanlı kültürel birikimi, halı altına süpürüldü. Onun yerine kendi gerçekliğine yabancı yeni bir kimlik oluşturuldu. Her ne kadar bu “kopuş” bir nebze devrimin doğası gereği olsa da.
İşte bu kırılmayı en iyi, dünyaca tanınan sosyoloğumuz Nilüfer Göle anlatır: “Gelenekler modernliğe engel teşkil ettiği gerekçesiyle ya göz ardı edilmiş, ya kendiliğinden yok olmuş ya da yok edilmiştir. Sonuç olarak gelenekler modernliğin içerisine taşınmamış, bunun yerine dondurulmuştur.”
FAS: HEM BATILI HEM DOĞULU
Fas da bizim gibi “ikililik” barındıran bir ülke. Hem Ortadoğulu, hem Batılı. Eski adından belli: “Mağrip”, yani “Batı”. Çünkü Fas, İslam coğrafyasının en batıdaki ülkesi. Zaten eskiden Mağrip; Fas, Tunus ve Cezayir yanında İspanya, Portekiz, Sicilya ve Malta’yı da kapsayan bölgenin adıymış.
Bununla birlikte Fas uzun yıllar Fransız sömürgesi olduğu için, iki dünya arasında sıkışıp kalmış. Yani hem Batılı, hem Doğulu. Tıpkı Türkiye gibi. Ve yine bizim gibi hangi kategoride olduğu belirsiz bir ülke. Bazen Ortadoğu, bazen Afrika, bazen de Akdeniz, Fransız, ve hatta Batı Avrupa kategorisinde buluyor kendini. Ve aslında hiçbirine de yüzde yüz uymuyor.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı da Fas’ın modernleşme serüveni, kültürel açıdan Türkiye’yi andırıyor.
*
Elbette Türkiye serbest ve adil seçimlerin yapıldığı demokratik bir Cumhuriyet. İktidar meşruiyetini halktan alıyor. Bir sömürge geçmişine de sahip değil. Fas ise bir krallık. Ve demokrasisi ve ekonomisi Türkiye’yle kıyaslanamayacak derecede geride.
Ancak diğer yandan Fas’ta -özellikle şu anki Kral 6. Muhammed döneminde, yani 17 yıldır- önemli demokratik adımlar atılmış. Ve uzun zamandır süregelen modernleşme sürecinde Fas kendi kültürünü -Türkiye’nin aksine- muhafaza etmiş. Bu nedenle de bugün kendine özgün sanat eserleriyle dünyada görünür, tanınır hale gelmiş.
TÜRKİYE’NİN SENTEZİ
Bugünün dünyasında sizi en güçlü kılan şey de, kendi özgün kimliğinizle varolabilmeniz.
Türkiye’yi İslam dünyasından farklı kılan en güçlü özelliği demokrasisi ve Batı ile köklü ilişkileri ise; Batı nezdinde de en önemli avantajı kendi özgün kimliği. İşte bu iki “kendine has” avantajını sentezleyebilen bir Türkiye, dünyaya eşi benzeri olmayan bir kültür ve demokrasi örneği sunabilir.
Bu da hem Türkiye’yi dünya nezdinde, hem de Türkiye halkını kendi içinde çok daha güçlü kılar. Kültürel evrimimizin kaldığı yerden devamını sağlar.
*
Bundan kastım elbette geçmişi taklit eden, suni ve kimliksiz mimari ve sanatsal örnekler yaratmak değil. Bahsettiğim; kültürel kimliğimizi bıraktığımız yerden alıp, onu ileriye taşımak. Bugünün dünyasıyla etkileşime sokarak kendi sentezimizi yaratmak.
Paylaş