Paylaş
Bu durumda da meseleyi ‘Açık ofsaytta kaldı’ türünden bir futbol jargonuyla açıklamak gerekebilir. Bu teorik girişi somuta döndürmek o kadar mümkün ki, mesela geçen hafta içinde oynanan Ziraat Türkiye Kupası... Uzak geçmişte bu organizasyonun bir amacı vardı; ‘Kupa Galipleri Kupası’ adıyla bilinen ve Avrupa cephesinden bakıldığında ‘İki numaralı kupa’ olarak adlandırılan serüvene katılacak talihliyi belirmek. Mesela Galatasaray uzun süre ligde şampiyonluk yaşamazken Türkiye Kupası’na sık sık uzanır ve Avrupa macerasını ‘Kupa Galipleri Kupası’nda yaşardı. Zamanla bu kupa ‘Merkezi sistem’ dışına itildi (yani kaldırıldı), kıta futbolu kendisini Şampiyonlar Ligi ve UEFA Kupası (ya da şimdiki adıyla Avrupa Ligi) gibi iki vitrinden başka yerde göstermez oldu.
Bizde ise kupa yeni bir ekonomik veri olarak algılandı, sistem her zaman olduğu gibi kendi ‘Büyükler’ine göre bir tertibi sahaya sürmeyi planladı. Bu mantığın uzantısı olarak da her yeni sezonda ‘Dört büyükler’in de olması beklenen ‘Yarı final’ eşleşmeleri hayal edildi, bir tür iki sezon önce ligde gerçekleştirilen ‘Play-off sistemi’nin kupada da yaratılmasına çalışıldı. Bunun için de sürekli birtakım özel statülerin peşine düşüldü, ilk turlara ‘Büyükler’in katılmayacağı bir organizasyon yaratıldı, ardından belli bir tur sonra lig usulüne gidildi, nihayetinde çift maçlı yarı final eşleşmeleri ve finalle sistem kendini tanımlar oldu. Amaç takımlara yeni pazarlar yaratmak ve arada yayıncı kuruluşa da bu yolla para kazandırmaktı. Lakin her seferinde bu plan bir şekilde bozuldu. Ama en şiddetli bozulma malum geçen haftaki maçlarda yaşandı, sistemin ‘Dörtlü’ ana ayağından üçü tökezledi, eleğin üzerinde kalan tek büyük Galatasaray ise vartayı zor atlattı.
Aslında formül belli!
Hal böyle olunca sisteme ilişkin sesler yükselmeye ve “Böyle olmuyor” tartışılmaya başlandı. Aslında ortada net örnekler vardı. Bu oyunun en eski uygulayıcıları kupayı çok çok eskiden beri daha ilk turda ‘Büyükler’le ‘Küçükler’in buluştuğu eşleşmelerle düzenliyor. Tek maçlı eleminasyon sistemi var ve mücadeleler ‘Zayıf’ kabul edilen takımın sahasında oynanıyor. Başarıya da o gün maçın önemine inanan, yüreğini ortaya koyan, 90, bilemediniz 120 dakikalık performansı önde olan, olmadı işi penaltılara taşıyıp ‘Tek vuruş’ kalitesine inananlar uzanıyor. Her yerde bizdeki gibi ‘Büyükler’ var ama kupada sistemin olabildiğince adalet sunduğuna herkes inanıyor, bazen küçük bir kasaba takımının başarısı futbol tarihindeki yerini alıyor, bazen o kasabanın taraftarı takımları tura veda etse de hayatının en unutulmaz hatıralarıyla evine dönüyor.
Aslında bunlar enikonu Avrupa futbol kültürüne sahip sıradan bir futbol seyircisinin çok iyi bildiği meseleler. Lakin sistemin de bunun farkına varması için ‘Görünmez’ bir elin sahaya inip kendi adaletini uygulaması gerekiyormuş. Bu açıdan 2013-14 sezonu umarım ‘Kupa meselesi’nde yeni bir yol haritasının çizilmesine ortam hazırlayacaktır.
Bir başka hayatın, uygulamaları (yönetmelikleri de diyebiliriz) ofsaytta bıraktığı gelişme ‘PFDK’lık hareketlerde vuku buldu. Önce Fethiyesporlu oyuncular, kupadaki Fenerbahçe maçı öncesi sahaya çıkarken giydikleri ve toplu halde okununca ‘Yüce Atatürk’ ifadesini gördüğümüz tişörtlere sahaya çıktı ve Federasyon bu hareketi, “Hepimizin sahiplendiği değerleri sadece kendilerine mal ederek tartışma yaratmak için kullanmaları” gerekçesiyle tasvip etmedi. Ardından cuma gecesi oynanan Galatasaray-Elazığspor maçı sonrasında, 20. yüzyılın en önemli özgürlük simgelerinden biri olan Nelson Mandela’nın aramızdan ayrılmasına yönelik vefa ve veda notları içeren ama ‘Federasyon yönetmelikleri’nin uygun görmediği türden bir takım aykırılıklar yaşandı. Galatasaraylı Drogba ve Eboue’nin içlerine giydiği tişörtlerdeki yazılı mesajlar, iki futbolculunun Disiplin Kurulu’na yollanmalarına neden oldu. Drogba ve Eboue işi büyüdü, malum artık herkesin herkesten haberdar olduğu bir dünyada yaşıyoruz, bu ceza kuruluna sevk yabancı basının da diline düştü ve en çok korktuğumuz şey olan, ‘Rezil olmak’ duygusuyla baş başa kaldık yine. Oysa çok iyi biliriz ki mesele başkalarına rezil olmak değil, bu topraklarda yaşayan ya da fark etmez, aramızda misafir olarak bulunan herkes için uygar, demokratik, insan haklarına ve evrensel hukuka uygun normlar geliştirmek ve uygulamaktır…
‘Yaptık bir hata’ mı diyecek?
Birçok ülkede maç öncesi Mandela için saygı duruşu gerçekleştirirken biz, aramızda bu konuda kendince saygıda bulunanları cezalandırıyor konumuna düştük. Spor Bakanı Suat Kılıç da kendisini topa girmek zorunda hissetti ve tam da o çok korktuğumuz meseleye ilişkin bir açıklama yaptı: “Mandela’yı anmak suç sayılmaz. Türkiye Futbol Federasyonu bizi dünyaya rezil etmemeli.” Kılıç açıklamalarında Fethiyespor meselesinin de altını çizerek bir başka vurguya soyundu ve şunları söyledi: “Toplum bu gelişmeleri farklı bir biçimde okumakla kalmamakta, Futbol Federasyonu'nun attığı bu adımı aynı zamanda siyaset kurumuna ve başta Başbakanımız olmak üzere devlet adamlarına mal etmektedir. Bizim bu yönde tercihimiz ve telkinimiz olmadı.”
Bu açıklamalar aslında sürekli olarak zihnimizde yer edinen “Bu federasyon, hükümetin gölgesi altında kurulmuştur, iktidarın doğruları dışına çıkmaz” algısının ne kadar haklı olduğunu ve bu algıya istinaden alınan tüm kararların arkasında hükümeti arayacağımızın Bakan tarafından da bilindiğinin göstergesi. Yani Kılıç demek istiyor ki, “Böyle bir algı var biliyoruz ama sakın ha, son adımların bizimle ilgisi yoktur.”
Peki ne olacak? Federasyon Başkanı Yıldırım Demirören bu akşam saat 22.00’de NTV Spor’da ‘%Yüz Futbol Özel’i konuğu olacak. Ve burada muhtemelen “Yaptık bir hata, bunun hükümetimizle bir ilgisi yoktur. Zaten bu kararları usulen aldık, durumu düzelteceğiz. Yoksa biz de Atatürk ve Mandela’yı çok çok seviyor ve sayıyoruz” diyecek ve mesele kapanacak... Zaten dünkü ‘Fethiyespor’a ceza yok’ kararıyla ilk adım atıldı bile…
Paylaş