Onca kötülük varken...

Sinema tarihinin en güzel kadınlarından biriydi. Çizgidışına kaydı, sistem onu cezalandırmakta gecikmedi. ‘Seberg’, Kara Panterler hareketine yaptığı maddi yardım nedeniyle FBI tarafından kara listeye alınan ve hayatı zehir olan ikonik yıldız Jean Seberg’in son yıllarını anlatıyor.

Haberin Devamı

Françoise Sagan’ın ünlü romanı ‘Bonjour tristesse’den (bizde ‘Merhaba Hüzün’ diye bilinir) yapılan aynı adlı uyarlamadaki rolüyle dikkati çekti ama bütün dünya onu ‘Yeni Dalga’nın unutulmaz filmi ‘Serseri Âşıklar’la (‘A bout de souffle’) hafızasına kaydetti. Godard’ın ölümsüz klasiğinde Jean-Paul Belmondo’yla birlikte unutulmaz bir çift olarak sinema tarihindeki yerini almıştı. Lakin spot ışıkları altındaki parlak kariyerine karşın özel hayatı mutsuz bir rota izliyordu.
Onca kötülük varken...
‘Başkalarının Hayatı’ tadında
Cesareti, aykırı yapısı, dönemine göre öncü ve sistem dışı davranışları düşüşünü hızlandırdı. Ve çok genç bir yaşta (40), Ağustos 1979’da “Benden bu kadar” diyerek aramızdan ayrıldı.
Haftanın filmi konumundaki ‘Seberg’, işte bu hayatın sahibinin son dönemine odaklanıyor. Öykü, Fransız yazar Romain Gary’yle evli Amerikan kökenli film yıldızı Jean Seberg’in, ‘68 Baharı’nı yaşayan Paris’ten ABD’ye dönüp Hollywood’da yeni bir projeye katılmak üzere hareket ettiği dönemde başlıyor. Peşi sıra dönüş sürecinde uçakta tanıştığı ‘Black Power’ hareketi üyesi aktivist Hakim Camal’le yaşadığı ilişki ve Kara Panterler’e yaptığı maddi yardım, FBI tarafından ‘kara liste’ye alınmasına, kanunsuz yollardan dinlenmesine ve özel hayatının sürekli olarak didiklenmesine yol açıyor. Bu onun için giderek psikolojik bir sarmala dönüşüyor ve genç yıldız, koca bir ruhsal deliğin içinde kaybolmaya başlıyor.
Benedict Andrews’un yönettiği ‘Seberg’ iki yoldan ilerliyor. Ana kolda iplerin elinden yavaşça kaydığının farkına varan ve gözetlenme duygusuyla paranoyaklaşan ve haletiruhiyesi kaybolan bir yıldız profili, yan bölümde ise onun hayatını gözetlerken giderek yaklaşan, sempati duyan, daha da ötesi bir tür platonik âşığa dönen ve korumak için çabalayan FBI ajanı Jack Solomon var. Joe Shrapnel-Anna Waterhouse ikilisinin kaleme aldıkları senaryo, bu denge içinde yükselirken film hem bir trajik hayat hikâyesini hem de çok net çizgilerle olmasa da bir dönem ruhunu ve politik histerisini aktarıyor. ‘Seberg’e yabancı eleştirmenler özellikle senaryosu ve çizilen karakterler itibariyle itirazlarda bulunmuşlar. Ki bizdeki basın gösterimi sonrası da ‘yerli’ kalemlerin bir kısmının da benzer refleksleri ortaya koyduğunu gördüm. Lakin ben sinema meselesinde hep kendi adıma şunu savunmuşumdur; bir film temel olarak derdini, duygusunu seyircisine geçiriyorsa hedefine varmıştır. Evet, ‘Seberg’de FBI ajanı Solomon ‘kurgusal’ bir karakter ve bu yanıyla senaryo eleştirilebilir. Ama hikâyeye ‘Başkalarının Hayatı’ tadı katan bu hamle, genç yıldıza karşı yapılan insanlık dışı muamelenin kamu vicdanında yansımasının bir tezahürü gibi geldi bana ve doğrusu rahatsız etmedi. Bir başka eleştiri, dönem tasviri ve Seberg’in filmde tarif edilen biçimde politik açıdan toy olmadığı ve bir uçak yolculuğundaki haksızlıkla birlikte siyasi yelpazesinde değişikliğe soyunmadığı. Ben, filmin çizdiği sınırlar içinde böylesi bir algının oluştuğu kanaatinde değilim; zaten 101 dakikalık bir yapıttan da koca bir hayatın bütün köşe taşlarını perdeye taşımasını beklemenin haksızlık olduğunu düşünüyorum.
Kendinden olmayana
yapılan zulüm
Ayrıca Jean Seberg’i canlandıran Kristen Stewart’ın yıldıza benzeyip benzemediği de tartışılmış; doğrusu fiziken belli bir noktaya kadar bu işin üstesinden gelinmiş ama asıl olarak Stewart’ın performansı, hayatı sistem ve onun en önemli ayağı konumundaki basın tarafından sıkıştırılmış bir ikonun yaşadıklarını anlatır ve hissettirir bir çabaya dönüşmüş.
Sonuç olarak bu kurgusal dokunuşlardan beslenen biyografi, baskıcı sistemlerin kendinden olmayanlara karşı (yıldız statüsünde de olsalar) ne türden zulümlere soyunduğunu gösterir (hatırlatır) bir yapım olmuş aynı zamanda. Sinema tarihinin en güzel kadınlarından birinin trajik hikâyesine kulak kabartın derim...
Onca kötülük varken...
‘Merhaba Hüzün’ ve ‘Serseri Âşıklar’ gibi klasiklerle tanınan Jean Seberg’i son dönemin yükselen yıldızı
Kristen Stewart canlandırıyor.
Onca kötülük varken...


Kökü içerde meseleler...
Yaşlanınca, yıllar önce bırakıp gittiği geçmişiyle buluşmaya çalışan bir adam; İbrahim... O geçmişte ise oğlu Ömer vardır. İkili, ailenin köklerine doğru yolculuğa çıkar. İbrahim öldüğü zaman köyün tepesinde bulunan ve vakti zamanında kendisinin diktiğini iddia ettiği bir ağacın altına gömülmek istemektedir. Fakat artık bu isteği yerine getirmek çok zordur. Çünkü...
Genç yönetmen Cenk Ertürk, ilk uzun metrajı ‘Nuh Tepesi’nde farklı limanlara uğruyor ve ortaya, sağlam bir dönem panoraması çıkarıyor. Film temelde bir ‘baba-oğul hesaplaşması’ olarak ele alınabilir; bu durum elbette ‘Nuh Tepesi’ni başta ‘Ahlat Ağacı’ olmak üzere son dönemde karşımıza çıkan birçok yerli yapımla aynı parantezde buluşturuyor. Ama hikâye ilerledikçe tek derdin bu olmadığı anlaşılıyor. Baba-oğul, karı-koca gibi duraklardaki iletişimsizlik, hatıralardaki acı tortular, zamanında reddedilen değerlerle yüzleşme, bürokrasinin her şeyi zora koşan çarkları, sistemin aymazlığı, çifte standartlığı, kapalı toplumların bağnazlığı ve en önemlisi bir dönem refleksi olarak insanların inancı üzerinden elde edilen rant (ya da geçim kapısı)...
Onca kötülük varken...
Cenk Ertürk, ilk filminde bütün bu her biri ayrı bir koridor teşkil eden meselelerde dolaşırken öyküsü itibariyle tutarlı olmayı ve genel bir çerçevede buluşturmayı başarıyor. Anlatılanların inandırıcı kılınma safhasında ise kadronun yetenekleri devreye giriyor. Babada Haluk Bilginer belki de son dönemlerdeki en etkileyici performansını ortaya koyuyor. Oğulda da Ali Atay benzer şekilde çok iyi. İki yüzlü yerli rantiyeci Cevdet’te de Mehmet Özgür her zamanki klasında.
Sosyolojik okumalarıyla dikkat çeken ve katıldığı birçok festivalden ödüllerle dönen ‘Nuh Tepesi’, bence bu yılın en iyi yerli yapımlarından. Kesinlikle kaçırmayın derim...
Onca kötülük varken...


Haftanın
diğer seçenekleri
Nat Faxon-Jim Rash ikilisinin imzasını taşıyan ‘Yokuş Aşağı’da (‘Downhill’) Julia Louis Dreyfus, Will Ferrell ve Zach Woods rol alıyor.
Onca kötülük varken...
‘Hayal Adası’nı (‘Fantasy Island’) Jeff Wadlow yönetmiş, kadroda şu isimler var: Michael Pena, Maggie Q. ve Lucy Hale. Yerli komedi ‘Sabit Kanca: Son Soru’yu İsmail Baki Tuncer sürüklüyor, Nuri Yıldız’ın yönettiği yapımda Fırat Sobutay ve Zerrin Sümer diğer oyuncular. Şahan Gökbakar’ın ilk yönetmenlik çalışması ‘Zengo’nun kadrosunda Yasemin Sakallıoğlu, Dilşah Demir Ece Irtem ve Kazım Semih Varol gibi isimler var. Tarihi drama ‘Mendilim Kekik Kokuyor’u Hüseyin Özden ve Hakan Kurşun yönetmiş, oyuncular Mehmet Çevik, Wilma Elles ve H. Devrim Göztepe. Yerli gerilim ‘El-Deccur’ Gökhan Arı imzasını taşıyor, oyuncular Fatih Kınacı, Aybars Mengi ve İsmail Ülgey. Rus yapımı ‘Tamircikler Robotlara Karşı’ (‘Fiksiki protiv Krabatov) haftanın animasyonu. ‘Kadın’ (‘Woman’) adlı belgesel de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde (yarın) gösterime girecek. Yönetmenler Anastasia Mikova-Yann Arthus Bertrand ikilisi.
Onca kötülük varken...

Yazarın Tüm Yazıları