Paylaş
jane Austen romanları, sinema ve TV uyarlamalarıyla büyüyen İngiliz kızları, modern dünyada ne yapacaklardı ya da ne yapıyorlardı? Helen Fielding’in karakteri Bridget Jones, adeta bu sorunun ifade bulmuş haliydi. Kimi TV kuruluşları için program hazırlayan, yapımcı olarak görev yapan ve daha sonra köşe yazarlığına geçen Fielding’in ‘The Independent’ta kendi deneyimlerini aktardığı yazılardan doğan bu karakter önce roman, sonra da film olarak popüler kültürün sınırları içine dahil oldu. İlk kitap ‘Bridget Jones’un Günlüğü’ (Bridget Jones’s Diary’), Austen’ın daha çok ‘Gurur ve Önyargı’ (‘Pride and Prejudice’) romanı eksen alınarak kurgulanmıştı. Hatırlanacağı gibi Fielding’in roman ve sinema uyarlamasında, ‘Zamanımızın kahramanı Bridget’, daldan dala konan patronu (editörü) Daniel Claever’la, sakin güç, avukat Mark Darcy (ismi Austen’ın orijinal romanından müsemmaydı!) arasında, gönlünün sahibini arıyordu. İlk filmi, portföyünde daha çok belgesel ve diziler bulunan, Fielding’in aynı zamanda yakın arkadaşı olan Sharon Maguire çekmişti. 2001 tarihli ilk adım gayet başarılıydı, lakin 2004 tarihli ikinci hamle olan ‘Bridget Jones: Mantığın Sınırı’ (‘Bridget Jones: The Edge of Reason’) ‘mantığın sınırı’nı zorlayan bir çabaydı.Ve yıl 2016... Jones 43 yaşında tekrar aramızda...
Fielding’in 2013’te kaleme aldığı ‘Bridget Jones: Mad About the Boy’un uyarlaması olan ‘Bridget Jones’un Bebeği’ (‘Bridget Jones’s Baby’), kahramanımızın değişen dünya düzeni içindeki tutunma çabalarına odaklanıyor.Filmin ana ekseni yine iki erkek arasındaki karar verme meselesi üzerine kurulu. Üstelik bu kez işin içinde doğacak olan bir bebek var. Malum, Bridget Jones denkleminde eşitliğin öteki yanındaki iki bilinmeyenden biri Mark Darcy’dir; bu kez ikinci bilinmeyen, Amerikalı ‘çöpçatanlık dâhisi’ Mark Qwant olmuş. Sözün özü iki aday da babalık yarışında mücadele ediyor, tıp da gerçek kazananın kim olduğunu açıklama konusunda devreye giriyor!
GÜNCEL VE İRONİK...
İkinci film sadece konusu değil rejisi (yönetmen Beeban Kidron’du) itibariyle de vasattı. Bu kez kamera arkasına tekrar Sharon Maguire geçmiş ve sanki yalpalayarak giden gemiyi doğru rotaya sokmuş. Senaryoya Dan Mazer ve Emma Thompson’ın el atması da bir diğer toparlayıcı etken olmuş. ‘Bridget Jonus’un Bebeği’, iyi yazılmış diyalogları, durum komedileri ve asıl olarak muhafazakâr bir dünyadaki özgürlükçü duruşuyla ilgiyi hak ediyor. Özellikle stüdyoda geçen bölümler ve Glastonbury Müzik Festivali sahneleri, filmin en akılda kalıcı izleri. Bridget’in politikaya atılan annesini liberal çizgiye taşıması ve seçim kampanyasında her renkten ve kültürden insanlara seslenilmesi kısmı da güncel ve ironik olmuş.Oyunculuklara gelince: Kadronun gediklileri Renée Zellweger, Colin Firth, Gemma Jones ve Jim Broadbent elbette rollerinin üstesinden geliyor. Karakterleriyle birlikte onlar da aldıkları yaşın hakkını veriyor! Yeni karakterlerden Jack’te Patrick Dempsey, Miranda’da Sarah Solemani gayet iyi. İngiliz şarkıcı Ed Sheeran’ın az ama öz varlığı da filme renk katmış ama en ışıltılı performans Dr. Rawlings rolündeki Emma Thompson’dan gelmiş.Brigdet Jones, 2000’lerin başında dönemdaşı ‘Sex and the City’ karakterleriyle birlikte başka bir dünyanın parçasıydı. Onun, şimdiki zamandaki durumuna göz atan serinin üçüncü bu filmi, sinemadaki son macerası olacak gibi. Gelecek ne getirir elbette bilinmez ama biz şimdiden bebek için, “Allah analı babalı büyütsün” diyelim!
‘UMUT’, MEHMET’İN EKMEĞİ...
Birçok festivalden ödüllerle dönmüş ‘Kalandar Soğuğu’, en nihayet gösterimde. Film, Karadeniz’in bir dağ köyünde kendisinin ve ailesinin makûs talihini yenmek için maden rezervi arayan bir adamın, Mehmet’in öyküsünü anlatıyor. Mehmet’in arayışı ilk elde sinemamızın klasiklerinden Yılmaz Güney imzalı ‘Umut’u akla getiriyor. Lakin Mustafa Kara imzalı yapım, finali itibariyle ‘umut’lu bir havaya sahip. Hoş, yönetmen bu ayki Altyazı dergisine verdiği söyleşide, finalde iyimserlik ya da düz bir kadercilik bulanların detaylar üzerine yeterince kafa yormadığı kanısında. Haklı olabilir ama filmin genel havası ve söz konusu sahne bizi ister istemez bu noktaya getiriyor. Bu durum bir yorum meselesi diyelim ama bence asıl filmin anlattıkları üzerinden tartışmamız gereken nokta, öykünün madenler konusundaki tavrının devletin şimdiki politikalarına yakın olduğu meselesi. “Filmden bunu mu çıkardın” diyebilirsiniz ama Mehmet, bir anlamda sınıf atlamak için ait olduğu coğrafyada rezerv arayışına soyunuyor. ‘Kalandar Soğuğu’, doğayı en önemli unsurlarından biri olarak kullanırken romantizmden uzakta, neredeyse ‘İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ çizgisinde ilerliyor. Bense ‘romantik’ takılayım ve naçizane şöyle bir ifadeye sığınayım: O güzelim coğrafyayı maden hırsından uzak tutmak lazım ki, gelecek kuşaklar da bu doğal mirastan yararlansın.Öte yandan filmin koridorlarında biraz daha dolaşırsak ‘Kalandar Soğuğu’ yer yer ‘Dersu Uzala’ ve ‘Sivas’a da selam gönderiyor gibi. Görselliği ve atmosferi de çok başarılı. Sinemamız, Şerif Gören sonrası doğayı kartpostal görüntülerinden uzakta, pek nadir kullanıyor. Kim bilir, Mustafa Kara bundan böyle bu mirası üstlenen bir yaratıcı olarak yoluna devam eder. Oyuncu kadrosunun samimiyeti ve içtenlik yüklü performanslarına da ayrı bir alkış diyelim. ‘Kalandar Soğuğu’ bence temelde bir inanç hikâyesi; Mehmet inanıyor ve yoluna devam ediyor. Toparlarsak karşımızda zor koşullarda çekilmiş iyi bir film var, kaçırmayın derim.
‘HARRY POTTER’IN FAŞİZMLE MÜCADELESİ!
‘Hogwarts günleri’ bitince kendisine yeni bir yol arayan Daniel Radcliffe, bu arayışın ifadesi olarak addedilecek değişik rollerle karşımıza çıkmayı sürdürüyor. Latife elbet, hayat boyu Harry Potter olunmaz ya; İngiliz oyuncu da mesleğinin gereği farklı sularda yüzüyor. Bu haftanın yenilerinden ‘Köstebek’ (‘Imperium’) de, Radcliffe’in yeteneğinin sınırlarını göstermek bakımından yeni bir deney alanı olmuş. Lakin film asıl olarak ABD dahilinde her daim tetikte bekleyen bir tehlikeye, Ku-Klux-Klan artığı Neo-Nazi oluşumlara ve ırkçı milislere dikkat çekiyor.
Önce konu diyelim: Radyoaktif bazı materyallerin kaybolması üzerine harekete geçen FBI, radikal İslamcılardan şüphelenir. Kimi Neo-Nazi toplulukları peşinde sürükleyen Dallas Wolf adlı radyo programcısı, yayını esnasında olaydan bahsedince büro şeflerinden Angela Zamparo, soruşturmanın seyrini farklı bir yöne kaydırır ve genç elemanlardan Nate Foster’dan, ‘köstebek’ olarak söz konusu oluşumlara girmesini ister. Foster ince ruhlu, kırılgan bir kişiliğe ve entelektüel vasıfları önde bir profile sahiptir; dolayısıyla bu görev onun için, sertlik dozajı yüksek bir durum gibi görünmektedir...
‘Köstebek’, eski FBI ajanı Michael German’ın anılarından yola çıkarak çekilmiş. Genç yönetmen Daniel Ragussis, bu ilk uzun metrajlı çalışmasında senaryoyu da kendisi kaleme alırken belki büyük bir yapıta imza atmıyor ama işlevsel ve doğru noktalara dikkat çeken bir duruş sergiliyor. Özellikle ‘Donald Trump gibi bir tehlike’nin varlığını koruduğu bir dönemde...
Brahms seven ırkçılar...
Tabii filmin faşizm ve ırkçılık üzerine söyledikleri ya da dikkat çektikleri de yabana atılmayacak cinsten. Özellikle liberal bir ailede büyüyen ama içinde kabaran duygularla sonradan ‘aşırı sağ’a dümen kıran aile babası Gerry Conway karakteri çok iyi çizilmiş: Brahms seviyor, Yahudi olmasına rağmen Leonard
Bernstein’ın büyüklüğünü teslim ediyor, Wagner’i de bütün Naziler gibi baş tacı ediyor ve çocuklarına ‘ötekiler’siz bir dünya bırakmak istiyor... Oyunculuklara gelince: Daniel Radcliffe kırılganlığının yanı sıra empati ve analiz yeteneği gelişkin Nate Foster’da son derece inandırıcı bir portre ortaya koyuyor. ‘Muriel’s Wedding’den bu yana baş tacımız Toni Colette de Angela Zamparo’da gayet iyi. Kanaat önderi Dallas Wolf’ta Tracey Letts, ırkçı gruptan Gerry Conway’de Sam Trammell, Andrew Blackwell’de de Chris Sullivan, karakterlerini son derece inandırıcı kişiliklere dönüştürüyorlar.
Sonuçta ‘Köstebek’ elbette gezindiği sular bakımından uzak akrabalarından mesela bir ‘Donnie Brasco’ tadında ve düzeyinde değil ama içeriği itibariyle günümüz dünyasının gelişmelerine uygun, ilgiyi hak eden bir çalışma.
ANCAK BİR BENZERİM...
‘Yıldızlar da Kayar: Das Borak’, haftanın yerli komedisi. Konu kısaca şöyle: Yavuz’la birlikte soyunduğu küçük çaplı vurgunlarla hayata tutunmaya çalışan Bekir, tükenmişlik sendromu yaşayan ünlü megastar ‘Das Borak’ın yerine geçer ve onun hayatını yaşamaya başlar. Bir-iki yerde sıkı esprileri olan film genelde tatmin edici bir çalışma olmamış. Kadroda Yavuz Seçkin’i görünce insan daha fazla şey bekliyor doğrusu. Levent Görgeç’in yönettiği yapımda Seçkin’in yanı sıra şu oyuncular yer alıyor: Ali Rıza Tanyeli, Larissa Gacemer, Seranay Aktaş, Altan Gördüm, Altan Erkekli, Ali Erkazan.
‘ALTIN KOZA’ ZAMANI...
Festival mevsimi başlıyor. İlk durak niteliğindeki ‘Adana Altın Koza’, 23. kez huzurlarımızda. 19-25 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek organizasyonun kalbinin attığı bölüm olan ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda 12 yapıt boy gösterecek. Söz konusu yapımlar şöyle: ‘Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’ (Yön: Erhan Tuncer), ‘Albüm’ (Yön: Mehmet Can Mertoğlu), ‘Babamın Kanatları’ (Yön: Kıvanç Sezer), ‘Bana Git De’ (Yön: Handan Öztürk), ‘Dar Elbise’ (Yön: Hiner Saleem), ‘Geçmiş’ (Yön: Çağdaş Çağrı), ‘İftarlık Gazoz’ (Yön: Yüksel Aksu), ‘Koca Dünya’ (Yön: Reha Erdem), ‘Mehmet Salih’ (Yön: Güven Beklen), ‘Nadide Hayat’ (Yön: Çağan Irmak), ‘Rüya’ (Yön: Derviş Zaim), ‘Tarla’ (Yön: Cemil Ağacıkoğlu). Bu filmleri değerlendirecek olan jüri ise şu isimlerden oluşuyor: Tayfun Pirselimoğlu (Başkan), Emin Alper, Türksoy Gölebeyi, Hatice Aslan ve Muhammet Uzuner. Festival boyunca uzun ve kısa metraj yapımların yanı sıra belgesellerden oluşan 250 film izleyiciyle buluşacak. Sözün özü; Adana, sinemaya doyacak...
Paylaş