2002’de iktidara geliyorsun... Yaklaşık 10 yıl boyunca “Beraber yürüdük biz bu yollarda” diyorsun, her türlü operasyona, davaya (‘Ergenekon’, ‘Balyoz’, ‘KCK’ vs.) birlikte imza atıyorsun ama gün geliyor can yoldaşının ‘tehlikeli’ olduğunu fark ediyorsun. Ve bu aşamadan sonra da ipleri koparıyor, her platformda neredeyse tek bir hedef gösteriyorsun: “Başımıza ne geldiyse ve gelecekse sorumlusu ‘Paralel Yapı’dır...” İnandırıcı geliyor mu? Sizi bilmem ama bana gelmiyor. Dolayısıyla siyasetin bu diliyle yola çıkan bir film madem yaşananları perdeye taşıma derdinde, tıpkı siyasi hayatta olduğu gibi pelikülde de inandırıcı olmuyor, olamıyor...
Seçimler yaklaşırken ve ‘Başkanlık sistemi’ üzerinden Recep Tayyip Erdoğan ismi tekrar tartışmaya açılırken ‘Kod Adı: KOZ’, politik hayatımızın son dönemdeki en etkin figürü üzerinden kimi siyasal gelişmeleri, siyasi erkin bakış açısıyla aktaran ve her yanıyla buram buram propaganda kokan bir yapım. Yönetmenliğini Celal Çimen’in üstlendiği film darmadağın bir anlatım tuttururken döneme ilişkin yaşanmış olayları kendince kurgulamış ve bütün sorumluluğu ‘Paralel Yapı’ya fatura etmiş. ‘Kod Adı: KOZ’da isimler değiştirilmiş ama dönemin ana aktörleri kör parmağım kör gözüne bir yaklaşımla vurgulanmış...
5 üzerinden 1 yıldız
Filmde yaşananları aktarma yolunda ‘kurgusal’ ana karakterlerden biri ‘Paralel yapı’nın hâkim olduğu bir gazetede (insanın aklına ister istemez ‘Zaman’ geliyor) çalışan Zafer Akkaya. Bu ‘araştırmacı gazeteci’ arkadaş, kendince karanlık gördüğü birtakım olayların (bunların başında filmdeki adıyla ‘Utelsan’, gerçekteki adıyla ‘Aselsan’da işlenen cinayet var) peşine düşüyor. Ve çok geçmeden görüyor ki karşısındaki yapının en önemli taşlarından biri Emniyet Müdürü olan kardeşi Remzi Akkaya... Öykü iki cephede verilen mücadele üzerinde ilerliyor: Bir cephede gazeteci Zafer hem kardeşini yola getirmeye çalışıyor hem de kendince gerçeklerin peşine düşüyor, diğer cephede ise Başbakan Erdoğan, ‘Paralel yapı’ya karşı o ünlü ‘Duruş’unu sergiliyor...
‘Ya Sonra’, ‘Evim Sensin’, ‘Su ve Ateş’... Yönetmenlik kariyerini ‘aşk filmleri’ üzerine kurma yolunda ısrar eden Özcan Deniz, bu kez kendisinin rol almadığı ve sadece kamera arkasını tercih ettiği ‘Sevimli Tehlikeli’de seyircisini, yeni bir aşk öyküsüyle buluşturuyor.
Film her şeyin hırsızı sempatik bir delikanlıyla burjuvazinin gizemsiz sıkıcılığında bunalan bir genç kızın ilişkisi üzerine kurulu. Aslına bakarsanız, kız bunalmakta haklı çünkü zaten o sınıftan gelmiyor. ‘Sevimli Tehlikeli’nin öyle bir öyküsü var ki, aradan geçen onca zaman içinde iki farklı çevrede ve şehirde büyüyen gençlerin yolları bir şekilde kesişiyor... Basın bülteninde filmin birçok temayı, Robin Hood’dan Rapunzel ve Sindrella’ya uzanan bir çizgide masallarda birleştirdiği ve bütün bunların komik bir dille anlatıldığına vurgu yapılıyor. Lakin filmin ana karakteri küçük çaplı işlerin hırsızı Zarok, yıllar önce beşikteyken kaçırıp zenginlere teslim ettiği miniğe serpilip güzel bir kız olduğunda bilmeden âşık olduğunda ortaya Robin Hood’dan ziyade ‘Avare’ çıkıyor. Çünkü yönetmen Deniz, gürültülü bir müzikle donattığı görüntüler eşliğinde öyle bir atmosfer yaratmış ki, ‘Sevimli Tehlikeli’, Türkiye’de geçen bir ‘Hint filmi’ olmuş. Öte yandan filmin bizde çağrıştırdığı yapımlar arasında Zarok’un İstanbul’da yaşadığı kendine özgü mekânlar itibariyle Yılmaz Erdoğan’ın ‘Organize İşler’i, Zarok’la Zeliş’in ilk kez karşılaştıkları sahne de Colin Farrell-Russell Crowe ikilisinin sürüklediği ‘Kış Masalı’ var...
ÖZCAN DENİZ İLE MAHSUN KIRMIZIGÜL ARASINDAKİ 4 FARK
Sanatsal kökleri ve dönüşümlerinin yanı sıra özellikle bu sıralar yönettikleri filmlerin vizyona girmesi nedeniyle zihinlerde ister istemez bir ‘Özcan Deniz-Mahsun Kırmızıgül kıyaslaması’ oluyor. Böyle bir durumda benim gönlüm Özcan Deniz’den yana...
Çünkü: 1. Filmlerinde iri cümlelere sığınıp ülke kurtarmaya, her konuya el atıp hiçbir şey söyleyememe noktasına gelmiyor. “Aşk filmleri bana yeter” diyor, en azından şimdilik... 2. Bağımsız karakterli projelere sıcak bakıyor, Yeşim Ustaoğlu’nun ‘Araf’ı gibi filmlerde oyuncu olarak yer alıyor ve kendince katkıda bulunuyor. 3. Bence sesi ve şarkıları daha güzel. 4. En önemlisi, medeni cesaret örneği göstererek ve çektiklerini gerektiğinde acımasızca eleştireceğimizi bilerek basın gösterimlerinden kaçınmıyor. Her filmini sinema yazarlarına önceden gösteriyor.
Wachowski’ler ‘Matrix’ hesabından yemeyi sürdürüyor. İkilinin son çalışması ‘Jupiter Yükseliyor’ (‘Jupiter Ascending’), kafa karıştırıcı konusu bir yana onca filmi akla getiren eklektik yapısıyla da sıradanlığı aşamıyor.
Önce konu diyelim: Doğumu öncesi gökbilimci babası soyguncular tarafından öldürülen Rus kökenli Jupiter Jones, hayatını tuvalet temizleyerek kazanırken çok geçmeden ‘Seçilmiş’ biri olduğunu fark ediyor. Ki fark etmemesi mümkün değil, çünkü çok sayıda ucubik yaratık onu öldürmek ya da ele geçirmek için dünyaya akın ediyor. Ama asıl netlik, kendisini koruma altına alan ‘Kurt adam’ımsı Caine Wise’la birlikte, onun ‘eski mesai arkadaşı’ Stinger’ın yanına gittiklerinde yaşanıyor. Jupiter’in etrafını arılar sarıyor ki bu, ‘seçilmiş’liğine delalet -burada mesele ‘Ece’ arı esprisi dayandırılıyor diye düşündüm- sayılıyor.
Peki sıradan, yoksul bir hayat süren Jupiter, ‘Sindrella’vari bir konuma niye yükseliyor? Çünkü genetik kodları, evrendeki işleyişi sürdürmek açısından büyük önem taşıyor. Bunun farkında olan Abrasax Hanedanı’nın üç kardeş temsilcisi Balem, Kalique ve Titus, sırasıyla kızcağızın kaderiyle oynamak üzere harekete geçiyorlar…
‘Jupiter Yükseliyor’, ruh ve atmosfer olarak ilk elde benim çocukluğumun en bilinen çizgi romanlarından ‘Flash Gordon’u hatırlatıyor. Birçok sahnede akla ‘Star Wars’ da geliyor. Ana karakterlerden Caine Wise, uçmasını sağlayan roketli botlarıyla Jupiter’i kucağına alıp gökyüzünde tura çıkınca da zihnimizde, Metropolis semalarındaki ‘Superman-Lois Lane ikilisi’ beliriyor. Yetmedi; ‘Barbarella’, ‘John Carter’, ‘Green Lantern’ gibi yapımların yanı sıra uzaydaki bürokrasi dolayısıyla da ‘Brazil’i ve ‘Otostopçunun Galaksi Rehberi’ni anımsıyoruz.
UÇLARDAKİ EDDİE REDMAYNE
5 üzerinden 2,5 yıldız
Hatırlayalım, bu sistemin ‘Muktedir’i konumundaki kişinin ‘Alo Fatih’ şeklinde simgelenen ifadesi, her şeyi dizayn etme çabalarının ‘Medya’ cephesindeki yansımasıydı. Bu haftaya da yine bir telefon konuşması damga vurdu.Hoş ‘arayan’ konumundaki Trabzon Başkanı Hacıosmanoğlu, takımlarının maçı öncesi hakem Bülent Yıldırım’a seslenirken ‘Ayar verme’ çabasından ziyade ‘Adalet isteği’ doğrultusunda telefona sarıldığını söylüyor ama ilginçtir, böyle bir isteğe soyunması tuhaf. Çünkü, zaten hakemin görevi sahadaki adaleti sağlamak değil midir? Bu durumda söz konusu konuşma “İşini doğru yap” anlamına geliyor.
SİSTEM YOLUNA DEVAM EDECEK
HACIOSMANOĞLU’nun hamlesi kuşkusuz bir geleneğin devamı... Bugüne kadar bu türden eylemler ‘iyi niyet’ adına yapıldı. Mesele ‘İyi niyet’le kalmadı, işin ucu sadece maç öncesi hakem uyarılarına değil devre aralarında ya da sonlarında savrulan tehditlere vardı. Hacıosmanoğlu da bütün bu sürecin farkında olarak hamlesini yaptı ve iş kamuoyuna yansıyınca da tartışılır oldu. Peki, bundan sonra ne olacak, adaletin uygulanmama ihtimaline inanan yine telefona mı sarılacak? Elbette... Çünkü bu düzen, bu tür dinamikler üzerinde yükseliyor. Muhtemelen Hacıosmanoğlu’na hak mahrumiyeti verilecek, belki maçları statta seyredemeyecek falan filan. Ama sistem kendi yoluna devam edecek.
GEREKSİZCE MÜCADELE!
PEKİ, çözüm? Çözüm, adaletine ve yaptırım gücüne inanılacak bir ‘TFF’ inşası. Kendi kulüp başkanlığı döneminde hiçbir konuda doğru dürüst sınav veremeyenlerin ‘TFF’ çatısı altında hangi sınavdan geçmesi beklenir ki? Ama tabii ki iş onlarla da bitmiyor, önceki federasyonlar da farklı modeller sunmadı ki. İşin özü şu: Bu topraklarda sistem her daim güçlünün, muktedirin yanındadır. Küçüksen, zayıfsan, başka bir renksen zaten sana hayat hakkı yoktur. Mesele birkaç büyük etrafında döner, onların sorunları, dertleri önceliklidir. Ama asıl kötü olan şudur: Mesela bugün siyasi düzlemde ‘Başkanlık sistemi’ tartışılıyor. Asıl ‘Başkanlık sistemi’ne futbolda yıllar önce geçilmiştir. Ortaya atılan modele karşı olanlar, aslında kendi camiaları için o modelin hayalini kurarlar. Onca eylem ve özlem de asıl model gibi davranabilme çabasıdır.
Öyle davranılabildiği ölçüde sistemde tutunabilme imkânı olduğu empoze edilmiştir hep. Sonuçta yoktur kimsenin birbirinden farkı... Böyle olunca da ‘Farklı renklerin dostça mücadelesi’ bir reklam spotundan öteye gitmemektedir.
SİSTEM İÇİN ALTERNATİF: ATLETICO
EVET, belki bütün dünya futbol iklimlerinde bu türden ikili-üçlü yapılar vardır. Ama mesele bu düzenler içinde de farklı bir ses olabilmektir. Bu açıdan somut bir örnek vermek istiyorum: Simoene önderliğindeki Atletico Madrid sistem içi farklı bir sestir.
Sinema malum, zaman zaman insanlık tarihinin kara sayfalarına da uğrar. Ya da karanlıklardan aydınlığa uzanan zorlu yolculuklara da... ‘Özgürlük Yürüyüşü’ (‘Selma’), bu yılın Oscar’larında kendisi gibi yer alan ‘Amerikan Sniper’ın adeta listedeki antitezi... Clint Eastwood’un filmi ‘resmi’ üniformalı bir katilin öyküsünü perdeye taşırken Ava DuVernay imzalı ‘Selma’ ise ‘siyahi hareket’in öncü ismi Martin Luther King’in hayatından kimi kesitler eşliğinde ırkçılığa karşı verilen mücadelenin de en ilginç sayfalarından bazılarını perdeye aksettiriyor.
GANDHİ’VARİ ŞİDDET KARŞITI SİVİL İTAATSİZLİK!
Film, 1965’te, King’in ‘Nobel Barış Ödülü’nü kazanmasından hemen sonraki dönemde başlıyor. Gandhi’vari şiddet karşıtı sivil itaatsizlik tavrıyla tanınan Dr. King, Başkan Lyndon B. Johnson’la yaptığı görüşmelerde ‘Oy Hakkı Kanunu’ konusunda somut adımlar atılmayacağını fark edince eylemlere hız verilmesi yönünde hareket ediyor. Bu uğurda da ırkçılığın en yakıcı şekilde hissedildiği ve oy verme konusunda siyahi seçmene her türlü zorluğun çıkartılarak sandıktan uzak tutulduğu Alabama’da, Selma şehrinden eyalet başkenti Montgomery’ye doğru 87 km’lik yolda bir protesto yürüyüşü gerçekleştirilmesine karar veriliyor. Fakat bu yürüyüşe izin vermeyen valilik, kolluk kuvvetlerini devreye sokuyor ve ortalıkta kan gövdeyi götürüyor. Edmund Pettus Köprüsü üzerinde başlayan kovalamaca, şehir içine sıçrıyor, burada bir polis annesi ve büyükbabasıyla bir bara sığınan Jimmie Lee Jackson’ı yargısız infaz sonucu öldürüyor. Polisin göstericilere karşı ‘orantısız’ güç kullanımı, TV yayınları vasıtasıyla bütün ülkede yayımlanınca infiale neden oluyor. Dr. King, bu kez ikinci bir yürüyüş için her renk ve inançtan insanı Selma’ya çağırıyor vs...
7 Mart 1965’te gerçekleştirilen o ilk yürüyüşten tam 50 yıl sonra bütün bu süreç ‘Selma’ dolayısıyla gölgesini perdeye aksettiriyor. Yönetmenlik kariyerinde kısa film, belgesel, TV filmi dışında iki de uzun metrajlı yapımı bulunduran 1972 doğumlu DuVernay, Paul Webb’in senaryosunu yazdığı bu son çalışmasında çok başarılı bir toparlama gerçekleştirmiş.
Sinema yoluyla sistem eleştirilerine devam... İki hafta önce gösterime giren ‘Leviathan’, ‘Yeni Rusya’nın ahlakını, değişen değerlerini, önceliklerini anlatıyordu, ‘Foxcatcher Takımı’ ise gerçek bir olaydan yola çıkarak genel bir sistem ve kapitalizm eleştirisine soyunuyor...
Önce kısaca öykü diyelim: 1984 Olimpiyat Oyunları’nın ‘Altın’ madalyalı güreşçisi Mark Schultz, ağabeyi Dave’in gölgesinde geçen yıllardan sonra kendi rotasını çizme adına çok önemli bir teklif alır. Ülkenin en zengin hanedanı Du Pont ailesinden John, genç güreşçiyi malikânesine çağırır ve sahibi olduğu ‘Foxcatcher’ın başına geçerek hem kendisini hem de ekibini 1987 Dünya Şampiyonası’na ve 1988 Olimpiyat Oyunları’na hazırlamasını ister. Mark, mali açıdan olduğu kadar prestij açısından da gurur verici bu öneriye dört elle sarılır. Ve fakat çok geçmeden nasıl bir problemin içine düştüğünü fark edecektir...
Bennett Miller’ı ‘Capote’ ve yine spor dünyalarında gezinen ‘Moneyball’la hatırlıyoruz. Genç yönetmen ‘Foxcathcer’ üzerinden son dönemde izlediğimiz en etkili, en çarpıcı spor filmlerinden birine imza atıyor. ‘Foxcatcher Takımı’, güreş tarihinden yaşanmış bir vakayı perde önüne taşırken Amerikan kapitalizminin ne menem bir şey olduğunun da çok güçlü bir portresine soyunuyor.
‘Babamın Sesi’, ‘Sesime Gel’ derken sahne sırası ‘İçimdeki Ses’te!.. Ama öncelikle Engin Günaydın’ın senaryosunu yazıp başrolünü üstlendiği ‘İçimdeki Ses’e önce özel bir alkış... Aslında normal olanı yaptılar ama son dönemdeki kimi uygulamalar açısından hamleleri anormal ve cesurca göründü. Mesele şu: Yakın bir zaman dilimi içinde gözünü gişeye dikmiş ve bu uğurda en önemli engel olarak gördükleri eleştirmenlere, kendi filmleri için basın gösterimleri yapmayarak durumu kurtardıklarını düşünen bir yapımcı kafası türedi. Ama ilginçtir bu kafa aslında uzun süredir sektör içinde, üstelik eskiden ön gösterim yapar ve sonrasında koşa koşa gelip, “Eleştirmenler ne diyor?” diye havayı koklardı. Lakin toplumun her tarafını ele geçiren ‘Rantçı’ ruh, onlara da sirayet etti. Belki de böylesi bir tavır kolaylarına geldi. ‘İçimdeki Ses’ ekibi en azından bu yola sapmadı ve filmleri için basın gösterimi yaptı, bir başka deyişle sadece içlerindeki değil dışlarındaki sese, seslere de kulak vermeyi yeğlediler.
Gelelim sadede; önce öykü: Dizi senaristi Selim, canına tak eden yalnızlığına son vermek için annesiyle oturmaya karar verir. Lakin gittiği bir spor salonunda ‘kaza’ eseri tanıştığı Ayşil’den çok etkilenir. ‘Güzel olduğunuz kadar zenginsiniz de’ kategorisindeki Ayşil de Selim’e ilgi gösterir. Bu durum senaristimizin kafasını daha da karıştırır. Ama asıl karışıklığı, ‘umre’ dönüşü yanına taşınan annesi Mehpare’nin varlığı yaratacaktır.
Çağrı Bayrak’ın yönettiği yapımın senaryosunun Engin Günaydın’a ait olması, insanda “Yeni bir Vavien mi izleyeceğiz?” hissi doğuruyor. Bu hissiyat konu ve dertler itibariyle aynı sularda gezmek anlamı içermiyor elbet. Derdimiz asıl olarak çıta, yaratıcılık, karakter zenginliği gibi unsurlar bakımından bir beklentinin altını çizmek... Lakin filmin bir yerindeki -ki bu sahnede karşımıza Sırrı Süreyya Önder çıkıyor- replik, yaratıcı ekibin de bu durumun farkında olduğunu gösteriyor: “Vavien’le Recep İvedik arası...”
Günaydın, ‘İçimdeki Ses’i yazarken önce bir ana-oğul öyküsü üzerinden ilerlemek istemiş, daha sonra senaryoya Ayşil karakterini eklemiş. Sanırım bu sonradan eklenti az-bir problem oluşturmuş, çünkü senaryonun sorunlu yanı bu ilişkide daha çok kıyıya vuruyor. Öte yandan Günaydın’ın kendine özgü üslubu öyküyü alıp götürüyor. Kimi sahneler hem oyuncunun özel yetenekleri hem de durum komedisine göz kırpan yanlarıyla güldürü anlamında çok başarılı. Keza bazen de devreye Yılmaz karakterindeki Ersin Korkut giriyor ve film boyunca, çok iyi ‘duvar pasları’ ve birlikte kontratağa çıkma durumları izliyoruz. Ayşil rolündeki Leyla Tuğutlu gayet ‘güzel’ bir performans ortaya koymuş, anne Mehpare’de de Füsun Demirel oldukça başarılı bir ‘endişeli muhafazakâr’ tiplemesi çizmiş.
Eksiklerine rağmen ‘İçimdeki Ses’ izlenmeye değer bir komedi. Ama Engin Günaydın’dan daha iyilerini beklemek hakkımız. ‘Yolu açık olsun’ diyelim...
Sert, disiplinli ama giderek sadizmin boyutlarına varan kibriyle ortalığı kırıp geçiren bir eğitmen, ‘Mükemmeliyetçilik’ adına gerektiğinde şiddete bile başvuruyor. Karşındaki öğrenci de bu yöntem karşısında, yeteneklerini gösterme ve var olma peşinde. İş giderek eğitimin sınırlarını aşıyor. Karşılıklı intikam gösterilerine varıyor ve kapıyı nihayetinde ‘Stockholm sendromu’ çalıyor.
Cumartesi günü NTV Spor’da sevgili arkadaşlarım Banu Yelkovan-Bağış Erten ikilisinin sunduğu ‘B Planı’nın konukları, Barcelona Altyapı Okulları Avea İstanbul Kampı eğitmenleri David Badia i Cequeir ve Mark Velasco Borrell’di. İkili, program boyunca eğitim süreci, yeteneğin önemi, disiplin, eğitmenlerin eğitilmesi, taktik, ailelerin süreçteki etkileri gibi konularda görüşlerini paylaştı. Ama bence aktardıkları onca şey içinde vurgu yaptıkları en önemli noktayı Badia ifade etti: “Biz burada çocuklara iki şey öğretiyoruz; futbol ve insani değerler...”
Futbolu bu kadar bilen, neredeyse 40-50 milyon teknik direktöre sahip bir coğrafyanın meseleye dair yeni şeylere ihtiyacı olduğu kanısında değilim (Evet, sistem ve taktikte problemimiz var ama bu sadece sahada değil, bütün disiplinlerde ve hayatın diğer alanlarındaki sorunumuz). Zaten eninde sonunda futbol (ofsayt kuralı da dahil!) dünyanın en basit oyunu, ki sevdalılarının bu kadar çok olması sanırım en çok bu özelliğinden kaynaklanıyor.
YA İNSANLIK DEĞERLERİ!
GELELİM David Badia’nın altını çizdiği ikinci unsura, yani insanlık değerlerine... İspanya, Franco gibi bir diktatörün ardından onca acılı yılların deneyimiyle birlikte belki de demokrasiyi yeniden inşa edip sanatta, kültürde, sporda (futbolda eskiden de güçlüydüler ama artık tüm dallarda daha iddialılar) yeni açılımlarla kıtanın önemli güçlerinden biri oldu.